Bitmeyen Savaş Yapmışlar

Bu ne demek bilir misiniz;
Savaş sona erip barış ilan edilse bile savaşın izlerinin adeta sonsuzluğa uzanması demek…
Genetik hafızamız dört ata geriye kadar uzanırmış. Hatta belki daha uzağa. Bu da demektir ki büyük büyük annelerimizin, büyük büyük babalarımızın yaşadığı acılar ve mutluluklar dahi kromozomlar ile nesilden nesile aktarılıyor.
Nereden kaynaklandığını bilmediğimiz korkularımızı, nereden geldiğini anlamadığımız heyecanlarımızı başka nasıl açıklayabiliriz ki?
Savaşın izleri savaşta ölüp gidenlerle değil, hayatta kalanların anılarıyla geleceğe uzanıyor.
Savaşı erkekler çıkartıyor, savaşa erkekler gidiyor, erkekler savaşıp erkekler ölüyor.
Lakin ‘Savaşın Öteki Yüzü‘nde bambaşka bir hayatta kalma savaşı veriliyor.
Uluslararası savaş kurallarına göre belirlenen ‘sivil halkın dokunulmazlığı’ hiçe sayılıyor. Böylece en büyük mağduriyeti kadınlar ve çocuklar yaşıyor.
Kadına yapılan her hakaret (işkence, çocuklarının, kocasının, anne babasının ya da herkesin gözü önünde tecavüz, hamile bırakarak çocuk doğurtma ve dahası) ülkeye yapılmış oluyor.
Kadının çocuğuna yapılan her hakaret (işkence, anne babasının ve kardeşlerinin gözü önünde tecavüz, yine ailesinin gözü önünde öldürme ve dahası) ülkenin geleceğine yapılmış oluyor.
Savaş esnasında tüm yasaklar ortadan kalkıp bilâ ceza bir ortam oluştuğunda ve savaş stratejisi olarak ülkeye en ağırından nasıl zarar verebiliriz mantığıyla yola çıkıldığında insan cinsine yaşatılanların boyutları aklın sınırlarını zorluyor.
Birinci Dünya Savaşı henüz iki nesil arkamızdayken ve savaşı yaşamış büyüklerimizden savaşın vahametini en ince ayrıntısına kadar dinlemişken, büyüme çağımızda ise İkinci Dünya Savaşı filmlerini pür dikkat izlemişken ve şimdi de Ortadoğu cehenneminin tam göbeğinde yaşarken tarihin niçin hep tekerrürden ibaret olduğunu sorguluyor insan.
“Niçin savaşmadan yaşayamıyoruz, niçin bu kadar rahatsızız?” diyor.
Dünyadaki her şey ‘paranın satın alabileceği bir düzen üzerine’ dönerken romantik söylemler bunlar elbet.
Bir insanın savaştaki yeri; kendisi ve yakınları için olan değeri ile ‘Devlerin Savaşı’ karşısındaki değersizliğidir nihayetinde.
Hem ölümüne önemlidir, hem öylesine önemsiz…
****
Girizgâhı uzun tuttuysam da, mevzu kısacık anlatılacak gibi değil…
Savaş ve izleri konusunda bir konferansa katıldım iki gün boyu. İlk gün savaşın içinden çıkıp gelmiş insanları dinledik, ikinci gün yaşadıklarının belgesel filmlerini izledik.
Azerbaycan Kültür Derneği Bursa Şubesi tarafından düzenlenen “Savaşların yaşayan şehitleri; Anneler ve Çocukları” etkinliğinin ilk günü Bursa / Osmangazi / Ördekli Kültür Merkezi’nde gerçekleşti.
Azerbaycan Kültür Derneği Bursa Şubesi Başkanı Handan Askeran Ton’un açılış konuşmasıyla başlayan konferansın konukları Hollanda, Bosna ve Karabağ’dan gelmişlerdi.
Ton yaptığı kısa konuşmada, savaşlarda kadınların bedeni ve ruhu ile birlikte ulusların geleceğinin de talan edildiğini söyledi. Düzenledikleri bu konferans ile savaşın yaşayan şehitleri olan kadın ve çocuklara dikkat çekerek toplumda farkındalık oluşturmak istediklerini belirtti.

İlk oturuma Hollanda Avrasya Vakfı Başkanı Fatma Aktaş başkanlık etti.
Bu oturumun konuşmacıları Azerbaycan’dan Savaş Gazisi Kadınlarına Sosyal Yardım Derneği Başkanı Rada Abbas ve Bosna Hersek’ten Savaş Mağduru Kadınlar Vakfı Başkanı Bakira Hasecic idiler.
Fatma Aktaş yaptığı konuşmada insanlık tarihinin savaşlarla dolu olmasına ve bir kısım insanların savaşı ticaret için kullanmasına, bunda da en çok kadının -organlarıyla olsun, cinselliğiyle olsun, doğurganlığıyla olsun- kullanıldığına dikkat çekti…

Aktaş, Azerbaycan ve Bosna’nın kaderi ve acılarının birbirine benzediğini söylerken, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere evrensel hukuk ve insan haklarından dem vuran herkesin bu katliamlara göz yumduğunu, tüm İslam ülkelerinin her şey olup bittikten sonra Srebranitsa Anıtı’na ve Karabağ Anıtı’na gidip çiçek bıraktıklarını, savaşı destekleyen güçlerin şimdi de Suriye ve Irak’ta yaşananları görmezden geldiğini, savaş esnasında işlenen suçlarla ilgili savaş sonrasında hukukî davalar açılması için verilen mücadelelerin de bir sonuca ulaşmadığını, ait olduğumuz ülkelerin de bazı güçlerle araları bozulmasın diye yaşananlara sessiz kaldıklarını söylerken; “Kadınlar olarak diyoruz ki; Madem yapamıyorsunuz çekilin yönetimden. Biz kadınlar olarak yapmasını biliriz'” dedi.

Fatma Aktaş soruyordu; Bosna ve Karabağ’da bu kadar insan işkencelere maruz kalarak öldürülürken dünya neredeydi? BM ve uluslararası kuralları istediği ülkelerde işine gelen savaşları desteklemek için mi konulmuştu? Ve silahların gölgesinde gerçekleşen barışın adil olamayacağı gibi ölmek ve öldürmek üzere kurgulanan hiçbir savaş adil değildi.
Aktaş yaptığı konuşmanın ardından sözü Azerbaycan’dan Savaş Gazisi Kadınları Sosyal Yardım Derneği Başkanı Rada Abbas’a verdi.
Rada hayatını Azerbaycan’ın işgal altındaki toprağı olan Karabağ’daki mağdur kadınlar için mücadeleye adamış yürekli bir Türk kadını. Kendisi bir hemşire olan Abbas, savaş esnasında yakılarak öldürülmüş hamile bir annenin, karnı yarılarak çıkartılmış olan bebeğini toprağın altında annesiyle birlikte olabilsin diye annesinin karnına geri koyarak kadının karnını dikmiş. Bizim tüylerimizi diken diken eden bu olayı anlatırken gözyaşlarına hakim olamıyor Rada. Elbette dinleyenler de…

Karabağ ve Türk dünyası sorununu masaya yatırıyor Abbas. Ortak düşmanımızın Ermeniler olduğunu, fakat 25 yıldır yaşanan Karabağ sorununun arkasında esasen Rusya’nın varlığını, sorunun Rus Çarı ile başladığını anlatıyor…
“Hocalı’ya giden yola taş döşeyenler” yazısında anlatmıştık hepsini…
Ermeniler’in Türkler’e yaptıklarını anlatırken şu anda Türkiye’de çalışan 80 bin Ermeni kadın olduğunu söylüyor ve “Çocuklarınızı Ermeni kadınlara emanet ediyorsunuz” diyor. “Siz bizim yaşadıklarımızdan ibret alın ve bizim yaşadıklarımızı yaşamayın. Biz de sizin gibi herkesi severdik ama kimi seveceğinize dikkat edin” diyor.
Kısacası “Biz yandık siz de yanmayın” diyor…
Karabağ’da 4 bin Azerbaycan vatandaşının esir edildiğini, bunun 2 bin 700’ünün kadın olduğunu söylüyor. Esir düşmemek için kendisini dağlardan atarak öldüren ya da sakat kalan kadınlar olduğunu anlatıyor. Şu anda Karabağ’da 500 kadının Ermeniler’in elinde esir ve işkence altında olduğunu, tecavüz edilerek hamile bırakılan kadınlardan doğan çocukların büyütülerek bu çocuklardan bir ordu kurulduğunu ve bu ordunun Azerbaycan’a karşı savaşta kullanıldığını söylüyor. (* Bu uygulama hiç yabancı gelmedi size de değil mi?)
Ermenistan Azerbaycan topraklarından çekilecek diye beş kez sözleşme yapıldığını, lakin 2-3 milyon nüfusu olan küçücük Ermenistan’ın sözleşmelere uymayarak koskoca bir dünyaya kafa tuttuğunu, bu gücü nereden aldığını irdelemek gerektiğinin altını çiziyor. Bu durum karşısında 300 milyonluk Türk aleminin kendi kendisini sorgulamasını özellikle istiyor.
13 yaşındaki bir kız çocuğunun yüz derisini soyarak bunu evine asan bir zihniyetten bahsediyor Abbas.
(* Narkozsuz yapılan deri soyma işleminde bir insanın kaç dakika yaşayabildiğinin merakı ile yapılmış bu işkence. Sonuç; 7 dakika. Memnun oldunuz mu?!)
Tüm dünyanın hayran olduğu Atatürk’ün yolundan gitmemiz gerektiğini özellikle belirten Rada Abbas; tarihimize ve Türk dünyasına sahip çıkarak Türk birliğinin güçlenmesi gerektiği ile nihayetlendiriyor sözlerini.

İkinci konuşmacı Bosna Hersek’ten Savaş Mağduru Kadınlar Vakfı Başkanı Bakira Hasecic idi.
Kendisi de mağdur kadınlardan biri olan Hasecic tercüman eşliğinde yaptı konuşmasını.
(* 1992-1995 yılları arasında Bosna Hersek’te yaşananlar henüz daha çok taze belleklerimizde.)
5 binden fazla Boşnak kadının Sırplar tarafından tecavüze uğradığını söylüyor Hasecic. (Konferansın ertesi günü izlediğimiz belgeselde kendisinin ve o zaman 10’lu yaşlarda olan kızlarının nasıl defalarca tecavüze uğradığını ve o zaman zarfında gördükleri şiddeti anlatıyor.) Sırplar tarafından “Ey Türk kadını, bir daha Türk çocuğu doğurmayacaksın” diyerek katledilen kadınların ve tüm yaşananların cezasız kalmaması için mücadele ettikleri derneği 2003 yılında kurmuşlar ve 73 ilçede çalışıyorlarmış. Kadınlar sessizliklerini (* ki tecavüz kadın için büyük utançtır ve sanki utanması gereken kendileriymiş gibi bunu saklarlar) bozarak bu derneğe destek vermişler.
Tek istekleri var; “Hak yerini bulsun ve savaş suçluları cezalandırılsın.”

İkinci oturum Azerbaycan Kültür Derneği Genel Merkezi Kadın Kolları Başkanı Nesrin Askeran Ünal başkanlığında başladı.

Bu oturumun konukları Azerbaycan’dan araştırmacı yazar Vusula Mammadova ve Yazar Dr. Zümrüd Yağmur ile Bosna Hersek’ten Savaş Mağduru Kadınlar Vakfı Başkan Yardımcısı Nafila Kodzaga idi.
Nesrin Ünal sözlerine Albert Einstein’ın “Dünya kötülük yapanlar değil, seyirci kalarak hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir” cümlesiyle başladı ve “Bu toplantıyı da bir şeyler yapmamayı içimize sindirmediğimizi, seyirci kalmayı reddettiğimizi haykırmak için düzenliyoruz” diye devam etti.
İlk sözü Yazar Dr. Zümrüd Yağmur’a verdi Ünal. Yağmur sözlerine şöyle bir benzetme ile başladı: “Biz ileriye gitmek için arabanın hem önüne, hem de aynalarından arkaya ve yanlarımıza bakıyoruz. Sadece öne bakarak ileriye gidemeyiz. İnsanlık da böyle bir şey. Biz arkaya bakmalıyız ki öne gidebilelim”…
Elimize verilen silahları sorgulamamız gerektiğini söylüyor Yağmur. “Neden bu silah bizim elimize veriliyor?” diye düşünün bir diyor.
Haklı olma zamanının bittiğini, artık haklı çıkmak zamanının geldiğini söylüyor. Her işimizi Allah’a bıraktığımızı, lakin bu uğurda çalışmadan Allah’ın bize rahmetini göndermeyeceğini belirtiyor.
Savaşta ölenlerin bir kere öldüğünü, kalanların ise hayatları boyunca her gün öldüğünü özellikle belirtiyor. Tecavüze uğrayan 6 bin kadın için, “Canlı şehitler onlar. Her gün ölüp dirilen canlı ölüler” diyor.
Dünya Af Örgütü’nün açıkladığı savaşlarda tecavüze uğrayan ve şiddet gören kadın sayıları listesinden örnekler veriyor; İkinci Dünya Savaşı, Pakistan-Bengladeş, Bosna…
Yüz binler, iki yüz binler, dört yüz binler.
Ve yaşadıklarına dayanamayıp intihar edenler…

Yağmur diyor ki; “Karabağ ve Hocalı ise bu listeye giremiyor. Yaşadıklarını dünyanın gündemine taşıyamıyor. Çünkü öncelikle Azerî kadın bunu saklıyor. Utanıyor, saklıyor, gizliyor. Sonra da varlığımızı sürdürmek için bizim bir politikamız ve amacımız yok. Ermeniler basını kullanıyor ve yaptıklarını dünyaya çarpıtarak duyuruyorlar.”
Kadınların dinleriyle ayrıştırıldığına dikkat çekiyor.
Dünyanın, Irak Savaşı’nda Ebu Garip Cezaevi’nde yaşanan dehşetten, konuşan tek kadın olan İmtisal el Hüseyni’nin konuşmasıyla haberdar olduğunu söylüyor. Taciz gören Iraklı kadınlar hep susmuşlardı…
(* Kendisi taciz görmemiş olan Hüseyni, görmüş olsaydı yine aynı cesaretle konuşur muydu diye akıllardan geçmiyor değil.)
Türk kadınının çevresinde yaşananlara DUR demek için büyük bir gücü olduğunu ve bunu değerlendirmesi gerektiğini söylüyor.
Çünkü artık sıra Türkiye’ye geliyor…
Savaş boyu kadına, hem kadınlığı hem de anneliği kullanılarak ne derece zulmedildiğini yürek parçalayan örneklerle anlatarak sonlandırıyor sözlerini…

İkinci oturumun ikinci konuşmacısı Yazar Vusula Mammadova.
Karabağ’da savaş başladığında 12 yaşında olan Vusula bir savaş çocuğu ve savaşta mağdur olmuş insanlarla tek tek, yüz yüze konuşarak, röportajlar yaparak derlediği hikâyelerden bir kitap yayınlamış. Kitabının adını “Cehennemden Gelen Çığırtı (Çığlık)” koyan Mammadova genç yaşına rağmen elini taşın altına koymaktan korkmamış.
Ermeniler’in çok sayıda genç kıza ve hamile kadına tecavüz edip çoğunu öldürdüklerini, sağ kalanların pek çoğunun tecavüz sonrasında anne olma yeteneğini yitirdiğini anlatıyor Mammadova.

“Bir de öldürmeyip halen esir tuttukları var ve dünyanın bundan haberi yok. İşin kötüsü artık esir kadınlar evlerine dönmek istemiyorlar. Çünkü UTANIYORLAR! Bu zulmün son bulmasını sadece ölümde görüyorlar ve kendilerine verilen en ağır işleri bile bir robot gibi yapıyorlar. Çünkü bir an önce ölmek istiyorlar” diyor…
Üçüncü konuşmacı Bosna Hersek’ten Savaş Mağduru Kadınlar Vakfı Başkan Yardımcısı Nafila Kodzaga.
Pamuk saçları ve yüzünün her kıvrımına yerleşmiş yaşanmışlıkları ile masanın başında zor duruyordu Kodzaga. Konuşma sırası kendisine geldiğinde yaşadıklarını anlatırken maalesef daha fazla dayanamadı ve fenalaştı…
Daha konuşulacak ne kalmıştı ki zaten. Her şey apaçık ortadaydı…

Burcu Üzümcüler’in televizyon programı davetlisi olarak Bursa’da bulunan Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü de izleyiciler arasındaydı. Oturumların sonunda katılımcılara teşekkür ederek konuya kendisinin de duyarlılık göstereceğinin sözünü verdi ve panel katılımcılara plaket takdimiyle sona erdi.

Paneli CHP eski milletvekili Sena Kaleli, MHP İl Başkanı Yüksel Yılmaz, MHP İl Kadın Kolları Başkanı Semra Doğan, Türk Eğitim Sen 2 No’lu Şube Başkanı Selçuk Türkoğlu Bursa Kadın Kuruluşları Platformu sözcüsü Sibel Kayaalp, Saniye Rıza Kız Çocuklarını Koruma Derneği Başkan Vekili Habibe Çıngıloğlu, Mor Salkım Kadın Dayanışma Derneği Başkanı Dilek Üzümcüler, STK temsilcileri ve çok sayıda kadın izledi.

Konferansın ikinci gününde Nilüfer Dernekler Yerleşkesi’nde üst üste iki film izlendi. Görüntüler ve anlatılanlar savaş çıkmadan iki gün önce komşu dediğiniz insanların, savaşın patlamasıyla birlikte size neler edebilecekleri ile ilgiliydi.
Demek onlar hep bu günleri beklemişlerdi…

Filmlerin ardından karşılıklı fikir alışverişinde bulunularak görüş ve öneriler değerlendirildi.
Araştırmacı-Gazeteci-Yazar Ali Eşref Uzundere de kısa bir konuşma yaparak konuya olan hakimiyetiyle dinleyicileri bilgilendirdi.
Benim de bu konuda naçizane bir düşüncem vardı ve paylaştım kendileriyle.
İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin uğradığı zulüm dünyaya nasıl sinema diliyle anlatıldıysa, Azerbaycan’ın ve Karabağ’ın uğradığı zulüm de yine aynı dille dünyaya duyurulmalıydı.

Bir başrol oyuncusunun olduğu ve diğer tüm olayların onun etrafında döndüğü filmlerin etkisi tartışılmazdı.
Bakınız bu konu üzerine çevrilen filmlerden birkaçı; Piyanist, Schindler’in Listesi, Hayat Güzeldir, Nurnberg Mahkemesi, Gece ve Sis…
Hatırladınız değil mi?
Oysa ki Yahudilerle birlikte Polonyalılar ve Çingeneler de soykırıma uğramışlardı. Soykırım sadece bir kesimin değil, aslında dünyanın meselesiydi. Marifet bunu dünyaya kabul ettirebilmekteydi. Ve bunu da en iyi başaran sinema diliydi.
Bu da güç gerektirirdi…
****
Bundan sonrası;
Kadınlar, etkinliklerle ilgili hazırladıkları raporu Birleşmiş Milletler’e gönderecekler ve dünyanın bu haykırışlara kulak vermesini isteyecekler…
İlk olarak Bursa’dan yükselen bu ses umarız ve dileriz ki tüm dünya kadınlarının sesi olup taşlaşmış yüreklere bir nebze de olsa insan olduklarını hatırlatır…
Görüldüğü üzere; kadın olmak başlı başına bir suç sayılırken ve tüm hırslar kadın üzerinden alınıyorken başka bir çaremiz de yok…
Oku, okut, tek tek anlat, göster, izlet ve uyandır artık kadınları. El ele ver, güçlen.
De ki; :
Bugün bana, yarın sana…
UNUTMA!

————————————————————————————————————

Savaş ve Barış üzerine, içinde ilgili link olan bazı yazılarım:

Bosna’ya uzansın eller

Savaşmaktan Değil, Savaştan Korkarım…

Dümdüz de Etseniz…

Kardeş de bir yere kadar…

Sadece barış için savaşalım….

Senden korkuyorum!

Bu savaşı onlar çıkartmadı…

8 bin 372!

Onlar mı? Onlar Suriyeli…

Bilemedim, seçemedim…

Siz savaşı ne zannediyorsunuz?

Geçmiş Zaman Olur ki…

Hocalı’ya Giden Yol’a taş döşeyenler…

Ya siz neredeydiniz?

Savaşın öteki yüzü…

İşte benim köklerim

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.