Çok Bilmiş Beceriksizler

Bilgisayar ekranında proje geliştirip, bu projeleri bilgisayar oyunu oynar gibi doğayı hiçe sayarak uygulamaya kalktıkça, doğa da sesini yükseltmeye başladı.
Sen kimsin de benim akacağım yönü değiştiriyorsun dedi dere mesela. Sen kimsin de benim eseceğim yöne karışıyorsun dedi rüzgâr, sen kimsin de benim yağıp yağmayacağıma karar veriyorsun dedi yağmur.
Ağaçlarımı keserek, toprağımı deşerek, üzerime kaldıramayacağımdan fazla yük yükleyerek ne yaptığını sanıyorsun dedi.
“Sana elimin tersiyle şöyle bir!..” diyerek kaldırdı elini, sonra şimşek oldu çaktı, yağmur oldu yağdı, sel oldu taştı.
Öyle yüklüydü ki gökyüzünü kaplayan bulutlar elektrikle, ardı ardına indi yıldırımlar yeryüzüne. Ardından da delice bir yağış başladı. Gökler kızgındı, gökler küskündü, gökler hiddetle ağlıyordu.
Ne bu gözyaşlarını emecek toprak vardı şimdi, ne de bu yağıştan nemalanacak ağaç.
Damlayan her gözyaşı damlası çıldırmış bir sele dönüştüğünde önüne ne kattıysa aldı sürükledi, hepsini perişan etti. Gözyaşları dindiğinde öfkesi de dinmişti artık.
Aşağıda olanlara baktı sonra üzüntüyle.
“Ben böyle olmasını istemezdim” dedi gözünde titreyen son iki damla yaş ile.
Biliyordu ki yeniden yerinden edilecek, yeniden hiddetlenecek, yeniden esip gürleyecekti.
O zamana dek dinlenmeliydi sakince.
Omuzları düşük, başı önde eğik döndü gitti üzüntüyle.

Toprağa, havaya suya, güneşe aya, ağaca ve doğada yaşayan canlılara gözümüzü kapatıp, gözümüzü ekrana diktiğimizden bu yana hızla artmaya başladı bu felaketler.
300 yıl önce yapılmış köprüler sele yağmura onurlu bir dik duruşla dayanıyor iken, 3 yıl önce yapılmış bir köprü çöküveriyor sefilce.
500 yıl önce yapılmış bir bina taş gibi sağlam duruyor iken ayakta, 5 senelik bir bina an be an dökülmeye başlıyor.
Görüntüler utanç ve sorgulamayı getiriyor.
Okumaktan uygulamaya fırsat yaratılmayınca okuduğunla kalıyor demek ki insan.
Okuduklarını deneyimlemedikçe okuduklarının yeterli olacağını düşünüyor.
Hız çağında çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa geçmeye kimsenin zamanı da sabrı da yok.
Sonuç yine teknoloji marifetiyle ekranlardan taşıp kalbimize batıyor…
****
Evlerin odaları, mutfağın dolapları hep bilgisayar ekranında şekilleniyor.
Bir ev çekip çevirmemiş, bir mutfakta iki kap yemek pişirmemiş, çamaşır makinesine çamaşır atmamış, ömründe bir tane bile ütü yapmamış, bulaşık makinesinin kapağını dahi açmamış insanların SIMS oynar gibi tasarladıkları evler hep sınıfta kalıyor.
Mutfakta bir kapağı açıyorsun bir diğerine çarpıyor, bulaşık makinesini boşaltmak istiyorsun, makineden uzak dolap ve çekmeceler insanı Safa ve Merve tepeleri arasında koşturur gibi koşturmaktan helak ediyor. Koskoca mutfağın upuzun ama bölünmüş tezgâhında iki domatesi ağız tadıyla soyamıyor, kocaman mutfakta küçücük bir masa için dahi yer bulamıyorsun.
“Mutfakta yemeyin yemeğinizi efendim, salonda yiyin” mi dediniz?
Mutfak masası sadece yemek yemek için değildir ki a canım. Çok biliyorsunuz lakin bunu bile bilmiyorsunuz…

Kadın yazar olarak mutfaktan girdim söze haliyle. Bakalım nereden çıkacağım?
Yurt dışında bir binanın yıkımı esnasında, bina yıkım ekibinin başının yıkılan binanın etrafa sıçrayan molozları altında kalarak ölüşünü gördüm televizyonda.
Ekibin başındaki kişi bilgisayarındaki hesaplamalarından o kadar emindi ki, yıkımı binanın neredeyse birkaç metre yakınından izliyordu.
Tabi bilgisayardaki hesap çarşıya uymadı ve bina tüm hesapları alt üst ederek yıkıldı. Yıkılırken de kendisiyle birlikte hesapları yapan bilirkişiyi de yıktı yere.
Ah keşke o kadar güvenmeseydi hesaplarına keşke. Keşke tedbiri elden bırakmayıp önlemini alsaydı. Keşke olabilecekleri de hesaba katsaydı.
Yıktıkları binanın altında kalan kepçe operatörleri de görmüştük yurdumuzda, hatırlayın.
Yurt dışındakiler neyse de, bu ülkede yaşayıp da “Bindiği dalı kesen Nasrettin Hoca” fıkrasını okumamış insanlar da varmış demek…
Satranç diyecek olsam, o zaten tümden yasaklı…

Yapay zekânın esiri olduğumuzdan bu yana yön duygumuz da örselendi. Navigasyon cihazı olmadan gideceğimiz yeri bulamaz olduk. Yapay sesin verdiği komutlara itaat ederek döner kavşağın üçüncü çıkışından çıkıp, 50 metre sonra sağa dönüyor, 600 metre dümdüz ilerleyince hedefimizin solda kaldığını öğreniyoruz.
Cihazın kafası karışır ya da kafası kızarsa (ileride kuvvetle muhtemel) bizi nereden çıkartacağını Allah bilir!

Bir dönem çılgınlık haline gelen sanal alemde ekip biçme modası devam ediyor mu bilmem. “FarmWille”ciler ekinleri susuz kalacak diye krize giriyorlardı. Ancak cam önünde duran saksıdaki çiçek susuzluktan her geçen gün boynunu biraz daha büküyordu.
Yapay ev hayvanları ceplerde beslenirken sokaklarda yaşayan hayvanlar bir kap yemeğe muhtaçtı.
Grinin elli tonunda yaşayan insanların ekran korumaları renklerin bin bir tonunu taşıyan doğa manzaralarıydı.

Şahit olduğumuz üzere; her şeyi ekrandan gören ve ekrandan yapan ama doğal hayatta karşılık bulmayan bir hayata savrulduk şiddetle.
Bir kıtlık olsa ne ekip biçmeyi biliyoruz, ne ateş yakmayı, ne de iki koyunun memesine asılıp süt sağmayı.
Ekmek yoğurmak, yoğurt mayalamak, toprak çapalamak, ağaca aşı yapmak, kumaş dokumak, sırtına giyecek bir çaput uydurmak, ayağını çalı çırpıdan, dikenden taştan koruyacak bir ayaklık yapmak günümüz insanına çok uzak.
Etler, yumurtalar, sütler, ballar ve diğer tüm ürünlerin market raflarına gelişinin yolculuğunu bilmeyen bir nesil var şimdi.
Bir köyde yaşamamış, asabi bir horoz tarafından kovalanmamış, yemyeşil çayırlarda koşturup yuvarlanmamış, severek oynadığı minik kuzunun iki gün sonra kesilip önüne pirzola olarak gelişine şahit olmamış insanlar haliyle ne yediğinin içtiğinin, ne de yaşadığı hayatın kıymetini biliyor.

Akademisyen yetiştireceğiz diye diye, okusunlar adam olsunlar diye diye hayatın bu yanını ıskaladık biz.
Gençlerin hem okumaları, hem anlamaları, hem de anladıklarını çevrelerindekilere anlatmaları lâzımdı oysa.
Bu amaca hizmet eden Köy Enstitüleri’nin kıymetini anlamak bir yana, bir de o cânım kurumları kapatarak o aklı da cezalandırdık. Üstelik yerine daha iyi bir akıl da koyamadık.

Şimdi artık okumuşundan okumamışına herkesin eli yaptığı işin üzerinde kalıyor.
Sıhhi tesisatçısından elektrikçisine, marangozundan mühendisine, ekonomistinden siyasetçisine herkeste bir çok bilmişlik var, ancak herkes bir o kadar beceriksiz.
İşini çalakalem yapan insanlar parasını arsızca alıp ardına bakmadan kaçıyor. Sonra ara ki bulasın…

Fıkra bu ya;
Mısır hükümeti Kızıldeniz’in altına tüp geçit yapmak için ihale açar. İhaleye İngiltere’den, Amerika’dan, Japonya’dan ve Türkiye’den de Temelin firması olmak üzere birer firma katılır. Firmaları teker teker mülakata çağırırlar ve teknik bilgi isterler.
İngiliz firması:
– Biz iki taraftan da eş zamanlı olarak tüneli kazmaya başlarız ve denizin altında tam ortada buluşuruz. Tüneller arasında maksimum 1 metre fark olur. 30 metre enindeki tünelde de 1 metreyi rahatlıkla düzeltiriz der.
Amerikan firması:
– Biz de iki taraftan kazmaya başlarız ve tam ortada buluşuruz. Maksimum 50 cm fark olur der.
Japon firması:
– Biz iki taraftan kazmaya başlarız ve tam ortada buluşuruz. Maksimum 20 cm fark olur der.
Sıra bizim Temel’e gelir. Firması adına Temel:
– Valla biz de iki taraftan kazmaya başlarız. Ortada buluştuk buluştuk, buluşamadık iki tüneliniz olur, der.

İmdii; bizlerin fıkradaki Temel gibi optimist olma lüksümüz hiç yok.
Kurnazlık Devri gümbür gümbür GÜM’ledi, kimsenin duyası yok.
Mızrak çuvala sığmaz oldu, kimsenin anlayası yok.
Takke düştü kel göründü, kimsenin ayası yok.

Bu gidişe bayılanlar ayılır mı bilmem ama yer altında yaşamaya hazırlıklı olsak iyi olur.
M.Ö 8. Yüzyıl’ın başlarında Nevşehir Derinkuyu’da kurulan şehirde yaklaşık 20 bin kişi yaşıyordu. Kapadokya bölgesinde 30’un üzerinde yer altı şehri olduğu biliniyor. Onlar neden yer altına indiler bunu sorgulamak lazım. Oradaki şehirciliği dikkatle incelemek lazım.
Ki 2013 tarihli bir habere göre (dünyanın canına okuyan) mühendisler gözlerini uzaydan yer altına çevirmişler bile.
Norveç’e bağlı Svalbard takımadalarında buzların içinde adeta bir Nuh’un Gemisi yaratılıyor. Küresel Tohum Deposu ile önemli tohumların felaketlerde güvenliğinin sağlanması amaçlanıyor.

Demem o ki dünya bir kıyamete hazırlanıyor.
Kıyametin sebebi ise yine o çok bilmiş beceriksizler.
Peki ya sen-ben, biz-siz bu çok bilmişliğin ve beceriksizliğin neresindeyiz?
Hadi bakalım gel çık işin içinden…

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.