Labirentin İçindeki Özgür Fare

Tüm canlılar türlerini devam ettirmek için üremek zorundadır. Doğa bunu görsel albeniyle, salgıladığı hormonlar ve kokularla, taşkın enerji ve davetkâr beden dili ile halleder her zaman. Çiftleşme dönemine giren hayvanların erkekleri dişilerine kur yaparlar, etraftaki rakiplerini ortadan kaldırırlar, en güçlü ve en süslü kalana kadar süren bu mücadelede kazanan ödülü hak eder. Dişiyle çiftleşir ve onun rahmine bıraktığı tohumlar ile kendi genlerini devam ettirir.
Memeliler böyle ürerken diğerleri de farklı farklı biçimlerde ürerler. Bir erkek balık, binlerce yumurta bırakan dişi balığın yumurtalarının üzerine spermlerini bırakır.
Bitkiler birbirinden renkli çiçekler açarak, çiçeklerinin ortasında ballı usareler saklayarak arıları, kuşları davet ederler üzerlerine. Davete icabet edenler, tozlaşmayı sağlayarak üremeye katkı sağlarlar. Yazılı olmayan bir anlaşma ile her iki taraf da kazanmıştır şimdi.
Doğa, hayatta kalmaya, üremeye ve dünyaya yeni geleni korumaya programlanmıştır.
Hormonlar çalışmayıp çiftleşme olmasa, üzerine bir de dişilerde annelik duygusunu sağlayan salgılar salgılanmasa hiçbir canlı neslini devam ettiremez.
Malum, sevgi ve bağlanma hormonu olarak bilinen oksitosin hormonunun seviyesi hamilelikle birlikte yükselmeye başlar.

İnsanlar da memeliler familyasından oldukları için çiftleşerek ürerler. Lakin bu eylemi hayvanlardan ayıran nokta, bu çiftleşmenin öncesi ve sonrası, içinde barındırdığı aşk, sevgi, bağlılık, güven duyguları, gelecek hayali, anılar, aile olma, birbirine dayanma, birbiri ile yaşlanma beklentisidir.
Kadınlar gelecekteki annelik günleri düşünceleri ile birlikteliklerine daha temkinli yaklaşıp, erkeklerini seçmek için daha dikkatli davranırken, erkekler daha çok üretim için kendilerince münasip buldukları her dişinin rahmine tohumlarını ekmek isterler.
İşin içine ahlâk ve toplumsal kurallar girince işler hiç de hayvanlar dünyasındaki gibi işlemez.
Lakin içerilerde bir yerlerde o hayvan hep yaşar.
****
Yazıyı okurken bugünkü dersimiz Biyoloji, konusu da üreme herhalde diye düşündünüz değil mi?
Değil, değil.
Bugünkü konumuz “üreme ve çevre” konusunun işlendiği, Margaret Atwood’un distopik ve feminist romanı “Damızlık Kızın Öyküsü”…
Atwood kitabında bir çevre felaketi sonrasında azalan nüfus ve üreme özelliğini yitiren kadınları, üreme özelliğini kaybetmemiş kadınların damızlık olarak nasıl kullanıldıklarını, bu üremede insanî boyutların ortadan kalktığı ve çiftleşmenin ruhsuzlaştığı, dünyaya gelen bebeklerin anneden alınarak sistemin eline bırakıldığı, kadınların sınıf sınıf ayrıldığı, doğurganlığını kaybetmiş kadınların ya ortadan kaldırıldığı, ya pis işlerde çalıştırıldığı ya da doğurgan kadınlara gardiyanlık ettiği bir sistemi, bu sistemin sorgulayan ve düşünen hiç kimseyi sevmediğini, kitapların zararlı bulunarak okumanın yasaklandığı bir dünyayı anlatmış.
En basit kadınsal davranışların bile yasak olduğu bu dünyada kendi hemcinsinle dahi göz göze gelerek konuşamaz, ellerine sürecek tek bir krem dahi bulamaz kadınlar. Bir kalem, bir kâğıt, bir dergi, ayna, mayo, çengelli iğne gibi sıradan ve basit şeyler yasaklıdır onlara.
Çiftleşmeleri esnasında sadece gerekli bölgeleri açıkta bırakılır damızlık kızların. Üzerlerindeki erkek ile göz göze gelemezler. Zaten o esnada damızlık kızların kafaları erkeğin eş’inin kucağında, elleri ve kolları eş’in ellerindedir. Erkek işlemi sonlandırınca damızlık kız hamile kalmış olmayı umarak ayrılır odadan.
****
Kötü geldi size bu anlattıklarım değil mi?
Kötü zaten…
Gerçi, zaman zaman üreme üzerine verilen beyanatları düşündüğümüzde, böyle bir dünyanın henüz içinde olmasak da pek de dışında olduğumuzu söyleyemeyiz. Sınırlarda dolaşıyoruz diyelim en iyisi.
Kürtajın zorlaştırılarak önüne geçilmesi için her türlü kanunun çıkartıldığı, tecavüze uğramış bir kadının dahi kürtaj yaptırmasının engellenmeye çalışıldığı, kadının çocuğu aldırmamasını, doğurmasını ve devletin şefkatli ellerine bırakmasını salık veren açıklamaları hatırlayın.
El ele tutuşmanın ahlâksızlık olarak nitelendirilip, 3-5 çocuk yapmak gerektiğini söyleyen açıklamaları hatırlayın.
Hamile bir kadının göbeğinin ortada sokaklarda dolaşmasının kınandığı açıklamaları hatırlayın.
Kadının giyiminin kuşamının, her türlü süsünün püsünün makyajının “kaportası bozuk kadınlara” ihale edildiği, kadınların tümden örtünmeleri gerektiği konuşmaları düşünün.
Kadının kadınlığını belirtecek hiçbir şeyi olmamasını, erkeklerle aynı ortamda bulunmamasını, araba kullanmak gibi hadsizliklere kalkışmamasını savunan açıklamaları düşünün.
Kadının doğurma ya da doğurmama hakkını kullanma hakkının olmadığını, sair diğer haklarla birlikte kadının hiçbir şeyde hakkı olmadığını söyleyen kafaları düşünün.
Kadın dediğin, Atwood’un dediği gibi “İki Ayaklı Rahim”den öte bir şey olmamalı.
O sadece tohum ekilecek bir tarla olmalı.
Onun ruhu, aklı, bedeni, duyguları bulunmamalı.
O sadece erkeğe kadınlık yapmalı.
Yaparken de erkek ile eşit olmamalı, hep aşağıda, hem de çok aşağılarda olmalı.
Kadının adı dahi olmamalı. (Kitapta kadınlar kendi isimleriyle değil, hangi erkeğin malı oldukları isimle anılıyorlar. Fredinki gibi. Gleninki gibi. Ahmetinki gibi)
Duygu Asena demişti ama Kadının Adı Yok diye bir zamanlar. Ne kadar da haklıymış…

“Vat iz Matriks ulan bu!”
Kadınları bu kadar da zorlamaya gerek yok ki. Üremeyle ilgili sorun Matrix filmindeki gibi çözülebilir aslında.
Tabi burada da minik bir sorun var; kadına da erkeğe de gerek olmayan bu üretimde üretilecek olan cins kadın mı olacaktır, erkek mi? Yoksa o tarlalarda cinsiyetsiz androidler mi üretilecektir?
Sevgi ve aşk yasaklanarak hınçla doldurulan insanların yerini de şiddet yüklemesi yapılmış androidler alacaktır elbet.
Peki bu üretimi yapacak olanlar kimlerdir?
Onlar da mı androidlerdir?
****
İşler gittikçe karışıyor değil mi?
Yazı uzadıkça insan nesli tümden yok oluyor.

Hani bizim gençliğimiz, güzelliğimiz, enerjimiz, albenimiz? Hani sevdamız, hani hasretimiz, hani özlemimiz, hani aşk dolu sevişmelerimiz? Nerede o bakışmalar, nerede o nefesini tutmalar, nerede midede uçuşan kelebekler, nerede küt küt çarpan kalp, nerede yazılan mektuplar, nerede atılan mesajlar, nerede aşk kokan şarkılar, nerede nazlı darılmalar, nerede tatlı barışmalar?
Bunların hepsi neden yasak?

George Orwell 1949 yılında yazdığı “1984” kitabında bu davranış modelinin nedenini açıklamış zamanında:
“Seviştiğin zaman içindeki enerjiyi boşaltırsın. Sonra da kendini mutlu hisseder ve hiçbir şeyi iplemezsin. Ama senin bu halin onların hiç hoşuna gitmez. Her zaman enerji yüklü olmanı isterler. Bütün o yürüyüşler, bağrını yırtarcasına bağırış çağırışlar, bayrak sallamalar, ekşiyip bozulmuş cinsellikten başka bir şey değildir. Gönlün ferah, keyfin yerindeyse Büyük Birader’miş, Üç Yıllık Plan’mış, İki Dakika Nefret’miş, bütün o iğrençlikler neden kendinden geçirsin ki seni?” 

Mesele şimdi anlaşıldı.
“Savaş yapma aşk yap” değil, “Aşk yapma savaş yap”!
Ki içindeki aşksızlık ile giriştiğin her savaş acımasız olsun.
Yurtlardaki minicik çocukları kız erkek demeden insanfsızca taciz et. Et ki, ruhları olmayan acınası zavallılardan oluşmuş ezik ve çürük bir toplum yarat.
Televizyonlara en avam kişileri çıkart, çıkart ve onları evlerin içlerine öyle bir sok ki, insanlar o avamlığı mübarek bir şey olarak kabul etsinler.
Aşk diye, evlilik diye, sevgi diye öyle rezillikler sergile ki, insanlar aşktan, evlilikten, birliktelikten tiksinsinler.
Çünkü biliyorsun ki, derin aşk ve sonsuz sevgi ile iyileşir her şey.
O yüzden önce aşkı yasakla, sonra da bırak gelsin gerisi.
“Bir fare de dilediği yere gitmekte özgürdür, labirentin içinde kaldığı sürece.”
Öyle mi?
****
Damızlık Kızın Öyküsü’nü okurken kitabın sayfalarındaki pek çok cümlenin altını fosforlu kalem ile çizdiğim doğrudur.
Kitap Kurtları ile birlikte üst üste (Fahrenheit 451, Damızlık Kızın Öyküsü) ve aralarda kendi kendime okuduğum (1984, Biz, Cesur Yeni Dünya) distopik kitapları ile ruhumun karardığı doğrudur.
Bu sayede içinde yaşadığımız günleri ve geçmiş zamanlarda uygulanmış yaptırımları daha iyi anladığım da doğrudur.

Kısacası;
Okumak anlamaktır, o yüzden baskı rejimlerinde okumak ve anlamak yasaktır.
Henüz daha okuyabiliyorken okuyalım okuyalım okuyalım ve anlayalım anlayalım anlayalım.
Belki anladıklarımız ile korkunç bir kâbusun üzerimize çökmesini engelleyebiliriz.
Kim bilir, aşk için savaşa savaşa aşkı bulur ve o gün savaş sözcüğünü sözlüklerden çıkartabiliriz.
****
Edebiyat Kulübümüz olarak bir sonraki okumamız Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık kitabı olacak.
Bakalım o kitap ile neleri anlayacağız.
Hepinize iyi okumalar…

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.