Koltukların gücü adına!

Yıldız Parkı’na ve Yıldız Sarayı’na gittiniz mi hiç?
Ben bir kez gittim.
O gidişten aklımda kalan pek çok şeyden beni en etkileyen,
Şale Köşkü’ndeki büyük salon için 406 m2 yekpare dokunan Hereke halısının, büyüklüğünden dolayı salona kapıdan alınamayışı , salona alınabilmek için salon duvarının baştan başa indirilerek, halının içeriye alınışının ardından duvarın yeniden örülüşü olmuştu.
Tüm saraylarda olduğu gibi Şale Köşkü’nde de şaşaa her yana saçılmıştı.
Malta Köşkü’nü de gezmiştim o gün.
Lakin Yıldız Sarayı’na dahil köşkler arasında olan Büyük Mabeyn Köşkü’nü hiç hatırlamıyorum.
Sağolsun Merkel geldi de o köşk gündeme geldi.
Mabeyn Köşkü ve varaklı koltuklar nedir ne değildir diye kısa bir dolandım sanal alemde…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Angela Merkel’i ağırladığı Yıldız Sarayı’nın en ihtişamlı köşkü olarak bilinen Büyük Mabeyn Köşkü, Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz tarafından 1866 yılında Balyan Ailesi mimarlarına yaptırılmış.
Sultan 2′nci Abdülhamid döneminde (1876-1909) devletin yönetim binası olan köşk, gerek Osmanlı döneminde, gerek Cumhuriyet’in ilanından sonra önemli davet ve ziyafetler için kullanılmış. 2013 yılında yabancı devlet adamlarını ağırlamak için başlayan restorasyon tamamlanmış ve Köşk 2015 Eylül ayı itibarıyla yeniden konuk evi olarak hizmet vermeye başlamış.
Köşk, bağlı olduğu Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restore edilmiş ve aslına uygun hale getirilmeye çalışılırken, zamanında başka kamu kurumlarına verilmiş olan antika eşyaların büyük bölümü de geri toplanmış. Bu arada köşkün altın varaklı koltukları da restorasyondan geçirilmiş. Koltukların orijinalinde olan ve zaman içinde bozulan hilâl ve Osmanlı Arması, restorasyonla aslına uygun hale getirilerek yeniden yerlerine monte edilmiş.
Varak’ta eskitme varağa zarar vereceğinden yenilenme sonrası koltuklar böyle “ışıl ışıl” yanar olmuşlar.
(‘Kaymak gibi Aspendos’u hatırlayın)
Sanat tarihçisi Nurhan Atasoy’un dediğine göre bu koltuklar çok geç dönem Osmanlı koltukları.
Avrupalılar bir şeyin Osmanlı olduğunu göstermek için hilal koyarlarmış, Osmanlılar kendileri koymazmış. Hilâl, Osmanlı İslam devletini temsil ediyormuş. Geç dönemde Avrupa etkisi geri gelmiş ve hilâl tekrar moda olmuş. O yüzden koltuklarda hilâl var.
Erdoğan’ın Merkel’i ağırladığı koltuklar işte bu koltuklar.
Kameralardan yansıyan ve herkesin diline düşen ise;
“Sobalı evinin tek sıcak odası olan oturma odasında misafir kabul edip de, salon takımından iki koltuğu oturma odasına transfer etmiş ev sahibi” görüntüsü.
İnsan neden şatafat sever?
“Bu koltuklara oturtarak Cumhurbaşkanı Erdoğan Angela Merkel’e ne mesaj vermek istedi?”, “Merkel Erdoğan’ın kara kaşı kara gözü için mi geldi?” irdelemelerini bir kenara bırakıp işin derinliklerine dalalım biraz.
“İnsan neden şatafat sever?” diyelim.
Niçin her şeyin “EN”ine sahip olmak ister?
Hadi sahip oldu oldu, niçin sahip olmakla yetinmez de sahip olduklarını herkesin gözüne sokmak ister?
“Göstermeyeceksem niye bu kadar çalışayım?” mı dediniz?
Geçimini sağlamak, şartlarını iyileştirmek, daha konforlu yaşayabilmek için çalışır çabalar kişi haliyle. Hakkaniyetli çalışılarak kazanılmış bir konfor da takdir edilir.
Konfordan kastım “lüks” değil.
Her ne kadar “Bana lükslerimi verin, gereksinimlerim olmadan da yaşarım” demişse de Oscar Wilde, “Lüks görüntüdür, önemli olan güçtür” de demiş.
Bence gücünü kendi içinden almayan bir lüks her zaman eğreti durmaya mahkûmdur.
Güçsüz insanlar güçsüzlüklerini lüksleri ile alalamaya bakarlar her daim. Geçmişten gelen boşluklarını en hızlısından kapatmaya çalışırlar.
Parayı birdenbire bulan hemen kendini şaşırır mesela.
Bknz: Piyango talihlileri, bir kısım Alamancılar, bazı sporcu ve sanatçılar……
Gelirlerini düzenli hale getirip hayat standartlarını ayarlamak yerine soluğu araba galerilerinde, emlakçılarda, mücevharatçılarda ya da pavyonlarda alırlar.
Eee, “açlık” büyüktür. Doymak kaçınılmazdır.
Da; doymazlar…
Kendilerini “satın alabildikleri” ile pazarlamaya başlarlar bu kez de.
Edindikleri ve onları var eden her ne varsa ellerinden alınacak diye ölümüne korkarken daha da sıkı sarılırlar hepsine.
Yapışırlar adeta…
Sonunda iktidar sarhoşluğuna kapılırlar. Beyin nöronları şekil değiştirir.
Hastalığın tedavisi, çivi çiviyi söker misali daha büyük zenginliktedir.
“Galaksiyi verelim biz size, ne dersiniz?”
****
Ego azaldıkça tevazu artar oysa.
Bilgelik sadeliği getirir.
Doymuş bir ruh ve doymuş bir göz insana hep doğru yolu gösterir.
Tersi ise çok zaman yanlışa yönlendirir…
****
Keşke Osmanlı zamanında, zenginliğini sadece saraylar yapmakta değil de halkını da kalkındırmakta kullansaydı değil mi?
Keşke eğitimden, medeniyetten, ilimden ve ilerlemelerden, kısacası hükmünü kaybetmekten delice korkmasaydı.
Keşke bugün Osmanlılığa öykünenler tarihin tekerrürden ibaret olduğunu unutmasaydı.
Keşke onlar Sultan Süleyman’a dahi kalmayan dünyada kendilerinin ölümsüz olduğuna bu kadar inanmasaydı.
Keşke tarihimiz ‘Keşke’lerin az, ‘İyi ki’lerin çok olduğu bir tarih olsaydı…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.