“Bende benden çok var”

Okumak ve yazmak bir aşk ise eğer, bu aşkın aşıklarından olmanın hazzı yaşanmadan anlaşılmaz.
Her okuyan yazmaz, her yazan okumaz, ayrıca her yazan da okunmaz.
Yazmak bakmak ve görmekle ilintilidir. Okumakla beslenir.
Yazan kişi yazabilmesinin kibrine kapılıp da okumayı kestiğinde, sırça köşkünde kendi kendini tüketir.
Okuyan, yazan ve okunan bir edebiyatçıyı anlatacağım size bugün.
Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü tarafından Nazım Hikmet Kültürevi’nde düzenlenen Edebî Kazılar söyleşisinin bu ayki konuğu Murathan Mungan idi.
Son kitabı Harita Metod Defteri ve edebiyat üzerine kendisini izleyenlere saatin nasıl geçtiğini fark ettirmeyen söyleşinin kolaylaştırıcılığını Semih Gümüş üstlendi.
Semih Gümüş’ün kendisi ile ilgili girizgâhını hafiften sıkıntıyla dinleyen Mungan, söyleşisine Gümüş’ün sözleri karşısındaki mahcubiyetini dile getirerek başladı..
Bu kadar çok anı nasıl birikti? diye sordu Semih Gümüş.
Kitabın önsözünde yer alan Nietzsche’den bir cümleyi işaret ederek başlamak istedi Mungan:
“Hepimizin trajedisi bir zamanlar çocuk olmamızda yatar.” 
“Kitabın ilk metninde kitabın tüm yazılış hikâyesi yazıyor” dedi sonra da.
Yazılmış olanların konuşulması zordur. O yüzden de bu kitapla ilgili şimdiye dek hiçbir yerde konuşmamış.

Eve gelince o metni okudum sindire sindire. Hâttâ okuduklarım bana öyle iyi geldi ki, cümleler hiç bitmesin istedim.
Evet, bu gece konuşulan her şey o metinde yerli yerinde ve ince ince anlatılmış bir halde karşımda duruyordu. Hepsi öylece kendisini okuyacak kişiyi bekliyordu.
Konuşmak istememekte ne kadar haklıydı Mungan.
Ancak okununca yazar ile okuyucu arasında oluşacak o enerji, Mungan’ın tabiriyle o uzay, konuşularak ne kadar anlatılabilirdi?
Yine de kendisini dinleyenlere anlattı bu yolculuğu uzun uzun.

Şimdi ben de Mungan gibi bu gece dinlediklerimi o metni okuduktan sonra nasıl anlatırım okuyucuya diye düşünüyorum.
Biliyorum ki benim sarf edeceğim hiçbir söz kitabın yazılış öyküsünü anlatmak için yeterli değil.

Çünkü bu anlatımdan önce ben ikna olmayacağım..
O sözlerin o metin içinde okunması lâzım. Okuyucunun o hazzı duyması lâzım. O bağların okuyucu ile yazar arasında bire bir kurulması lâzım.

En iyisi o metinde yazan ‘kitabın yazılma öyküsünü’ kitabın okuyucusuna bırakmak ve Mungan’ın Edebiyat İnsanı olmak, yazmak ve yazarak yaşamak üzerine söylediği cümleleri aktarmak.

* Yazarlığımda en önemli unsurlardan biri içgörü bilgisidir.
Bu da çocuklukta kazandığınız bir gözlem bilgisidir. Bakmak görmek çocuklukta öğrenilir. Farkında olmadan yaptığınız bir şeydir. “Gözünü dikip bakma çocuğum” diyen bir ebeveyn, kendilerinin öğrendikleriyle çocuğun henüz öğrenmediği bir çocuğun bakma ve görme ilişkisinden konuşurlar. Onlar sosyal dokunun, toplumsal kumaşın ilk bilgileridir. Çocuk hesapsız, dosdoğru, dikine bakar. Anlamak, görmek, kazımak için bakar. Yaratıcı bir çekirdeğiniz varsa ilk oradan başlarsınız.

* Siz baktığınızda fotoğraf çekiyorsunuz, ben baktığımda röntgen çekiyorum.
Röntgene kadar gören o göz beni yazar yapıyor. İnsanları anlamayı, insan kumaşını görmeyi, toplumsal dokuyu anlamayı, ilmekleri, bağlantıları görüyorum o bakışla…
* Benim için temel mesele mahcubiyeti öğrenmekten başlıyor.
Vicdanı, adaleti, utancı öğrenmekten başlıyor. Bizi biz yapan kavramlarla erken yaşta tanışmak var. Bu kavramları önemsememin nedeni Türkiye’nin şu andaki durumunu açıklıyor olması.
* Utanmayı unuttuk.
Vicdanı, adaleti, ahlâkı unuttuk. Toplumsal olarak en çok da utanmayı unuttuk. Bütün bunlar sizi siz yapan yapı taşlarıdır ve bu kavramlar çocuklukta kazanılır.
* Çocuklar her şeyi büyüklerinden öğrenirler.
Yalan söylemeyi mesela. “Dayınlara gittiğini söyleme sakın!” ya da “Üst kattakiler kapıyı çalarsa evde yokuz….”la başlayıp bütün hayata yayılan bir şeydir yalan.

* Çocuk doğası gereği flörtçüdür.
Büyüklerinden neyi ne zaman nasıl isteyeceğini ve nasıl sonuç alacağını öğrenir çocuk. Çocukluk bizim strateji geliştirdiğimiz bir safhadır.
* Yazar olarak en çok öğrenmeniz gereken şey adalet.
Çünkü elimde kalemin var. Anlattıklarının bir kısmı hayatta veya değil. O yüzden sizin önce arınmış bir vicdanla, tertemiz bir mürekkeple oturmanız gerekiyor yazı masasına.
* Hatıra yazmak geçmişteki kişilerden intikam alma aracı olmamalı. 
Bir öç, bir kin ve yürekte bekletilmiş bir zehir ile oturmamalı yazıya. Yazının başına kötü niyetle oturan yazarlar aşağılayıcı, küçümseyici, kimi zaman olayları çarpıtarak, haklılarsa bile üslupları gereği haksız konuma düşerek, yazdıkları yazılarla geçmişten öç alıyorlar.

* Mazinizi affetmeden hatıralarınızı yazamazsınız.
Yazı masasına oturacaksanız ellerinizi ve kaleminizi yıkamanız gerekiyor. Bunu kendiniz için, kendinizi daha çok sevmeniz için, yaptığınız işin daha bir kıymet kazanması için yapmanız gerekiyor.

* Kitabın okur katında sosyal medya yorumları hoş.
“Kitap serin bir üslupta, adil, nesnel, affetmiş, diş bilemeden yazılmış.” Okurların bana verdiği en büyük ödül bunları söylemiş olmaları.
* 6 Ekim 1975’de ilk yazım yayınlandığı zaman yaşadıklarımdan öğrendim ki;
“Murathan, bu ülkede sırtında sopalar kırılmadan yol alamayacaksın.” Alkışlarla, ödüllerle tekmeler tokatlar aynı anda geldi. Bu bana bir gerçeklik duygusu kazandırdı. Hangi toplumda yaşadığım, hangi dünyada yaşadığım ve beni bekleyen her tür tehlike…

* Hayatımda hem komik, hem dramatik, hem trajik şeyler oldu. 
Komik olan: İlk yazılarımı kendi adımla değil, sadece Murathan olarak yolluyordum. Yazılar beğeniliyordu fakat isim beğenilmemiş olacak ki yazılar Murat Hancı imzasıyla çıkıyordu.
* Edebiyat ve sanat anılarımı yazıyorum
Bunların arasında ‘Sen yıllarca nasıl susmuşsun?’ diyeceğiniz şeyler de var. Sadece sanatla ve yazarlığımla ilgili anılar var.

* Bu kitabı yazarken bu ‘serinlikte’ yazabildiğimi gördüm. 
‘Neler çektim ben’ arebeskliğinde değil yazılar. Kendine acıma kültürünün bu kadar zengin olduğu bir ülkede yakarışlı, çilekeş bir tonda değil, ‘bakın ben bu yollardan geçtim, sakin anlatıyorum, tarihe belge bırakmak adına yapıyorum’ bunu diyerek.

* Sahici insan olmak zordu.
O yıllarda şair, yazar, sanatçı, en çok da “sahici insan” olmaya çalışıyorsun, ki en zoru da bu. Devrimci olmak, kadın olmak, Kürt olmak, Alevi olmak, bunlar hep bir ölçüde kolay. Lakin sahici olmak çok zor. En büyük sıkıntı budur.
* Edebiyat dünyasının üvey çocuğu oldum hep.
Çıkacak yeni kitabın adı “Küs ve Üvey”. Çünkü ben edebiyat dünyasının üvey çocuğu oldum hep. Bana kendimi böyle hissettirdiler. Kimseye hesap sormadan, diş bilemeden anlatıyorum. Şaşıracaksınız. Bu kitabı yazmanın şimdi zamanıdır diyorum.

* Ben öldükten sonraya çalışıyorum.
Ben edebiyata ve sanata tutkuyla bağlıyım, çok derin bir sevgi ve aşkla bağlıyım. Benim için bir haftasonu uğraşısı değil bu. Arada bir değil, her gün masamın başına oturup, her gün mutlaka bir şeyler karalarım, her gün mutlaka bir şeyler okurum.

* İnsan bazen ölülerine yazar
Sadece aynı çağı paylaştığı insanlara yazmaz insan. Bazen ölülerine yazar.  Solak Defterler şiir kitabım çıkacağı zaman, o kitabı toparlarken sık sık aklımdan geçen şey, “Şu kitap çıktığı zaman Gülten Akın acaba ne diyecek?” idi. Tam da o gün Gülten Akın’ın ölüm haberini aldım. Harita Metod Defteri’ni okumasını istediğim insanlar vardı. Hocalarım, dostlarım. Ne zaman bir kitabım yayınlansa, kendimi Bilge Karasu’nun karşısında tahtaya kalkmış öğrenci gibi hissederim.
“Ne derdi acaba?”

* Bizi büyütenlere de borcumuz var.
Onlar benim sütannelerim. Geçmişi sindirmemiz gerek. Yoksa ne geçmişe, ne bugüne, ne de geleceğe faydamız olur.
* Önemli olan sizin kendi maceranızı kat etmeniz.
Kitap sana bittiğini söyler. Kitap için sadece yayın programı yapılır, yazı programı yapılmaz.
* Şiir, öykü, roman, deneme yazıyordum.  
Bir yere odaklanmadığım için zaman mı kaybediyorum acaba diye düşünürdüm hep. Büyüklerim karar vermem için baskısı yaparlardı. Oysa ben kendimi yaşıyordum. Velev ki yanlış yapıyordum. Her türlü etiketlerden kendimizi azade kılmalıyız. Bunlar bize deli gömleği gibi giydirilmiş şeyler. ‘Şiir yazıyorsan öykü yazamazsın, deneme yazıyorsan roman yazamazsın’ gibi şeyler.
Yol ayrımına girecek miyim diye çok sorguladım kendimi. 
Önce biz kendimizi özgür bırakalım. Ne olmak ve ne yapmak istiyoruz, zamanı nasıl kullanacağız diye.

* Ne zaman romana geçiyorsunuz?
Şimdilerde seyrelmedi ama kaybolmadı; hikâyecilere hep şu sorulur mesela; “Ne zaman romana geçiyorsunuz?” Sanki hikayeler kompozisyon ya da müsvedde de, beğenilirse roman yazdırılacak.

* Roman eşittir edebiyat oldu.
Edebiyat sadece romana kilitlendi. Bu da edebiyat dünyasının zenginliğini aldı ve o dünyayı kuruttu.

* Okur başka şey alıcı başka şey.
* Edebiyatla tek ilişkisi roman olan insanlar var. 
* Yazmazsam kavrulurum dediğin bir şeyi yazacaksın.
Bu aralar şu satıyor, ben de öyle yazayım diye başlarsan, baştan kayıpsın.
* Herkesin Dostoyevski olması gerekmez.
Her ne yazıyorsan iyisini yaz. Şiir, polisiye, aşk, biyografi, öykü, deneme…
* …….ama çok çalışkan derler benim için. 
Ama’nın öncesini tahmin edin. Açılımı siz yapın. (üvey demiş miydik?)

* Şairler öykülerimi beğenir, öykücüler şiirlerimi…
Aynı çarşıya dükkan açmış değiliz. Hepimizin dili ve dünyası ayrı. Bizim önce zihinlerimizi demokratikleştirmemiz gerekiyor. İçimdeki şair yaşadığı sürece şiir yazacağım.

* Kendinizle kurduğunuz ilişki önemli.
Ben yazdıklarımı başkasının insafına terk etmem. Önce kendim zulmederim kendime. Yazılarıma zalimim. Zihnim böyle çalışıyor.

* Eleştiriye açığım ama hoşlanmam.
Beklenti güzel bir şeyler duymaktır. Kulağını kime açıp kime kapatacağına karar vereceksin. “El içinde saç kesme, kimi uzun der kimi kısa” derler. Herkesin sözüne kulak verirseniz siz siz olmaktan çıkarsınız.
Eleştiri yapanın hangi taraftan eleştiri yaptığına dikkat ederim. Benim uzayımda yapmasını beklerim.
Kıskandığı için söylediği bir şeyi de değerlendirmeye alırım. Çok sevdiği için söyleyemeyenler ya da gözden kaçıranların açığını kapatıyordur o. Ben işime bakarım. Söylediği işime yarıyor mu, hakikaten bir yere oturuyor mu ona bakarım. Bu konuda dengeye bakarım.

* Ne kadar kitap varsa o kadar okur var.
Kitap, okur ile arasında sadece ikisinin inşaa edeceği bir boşluk bırakır. Kitapları sadece gözlerimzile değil, hayatlarımızla da okuruz. O yüzden bir kitabı hayatlarımızın farklı dönemlerinde okuduğumuzda farklı anlamdırırız. Oraya kimse giremez.

* Kitap sana bittiğini söyler
Sen iç sesine kulak veririrsin. İçinde  bir ukte varsa o kitap bitmemiştir. Soru işareti varsa bitmemiştir. Ben de kitabın bitmesini beklerim.

* Doyumsuz değilim ama yetinmez biriyim.
* Ben de eleştirmeni okurum.
Eleştirmenlerin bilmesi gereken şey, onlar benim hakkımda bir şeyler söylüyor iken aslında kendi haklarında da bir şeyler söylüyorlardır. Yazdıklarıyla ben de onun hakkında bilgi edinirim.
Dikkatli okuyup okumadığını, bağlantıları görüp görmediğini, kitabı anlayıp anlamadığını anlarım. İster beğensin ister beğenmesin ama bende “Kusurlu Okur” izlenimi bırakmasın.

* Dil ne durumda?
İnsanlara sahip olmaları gereken nitelikler yüzünden “aferin” der hale geldik. Her alanda vasıfsızlık egemen. Vasıflı eleman kaybı var. Bu yüzden yazarlar için de “dili iyi” demek aynı. Yazar ise eğer dili iyi olacak elbet.
* Türkçe yeterince güçlü bir edebiyat dili değil. 
* İnsan yaza yaza öğreniyor. 
En çok da kendi yazdıklarından öğreniyor. Dile yatkınlık önemli.
Eski yazdıklarımın pek çoğu sandıklarda duruyor. O dönemde beğenilmedi o yazılar. Şu anda baktığımda ben de ortaya çıkartmaya değer bulmuyorum. Ancak hepsinin içinde ‘yazar damarı’ var. Değerlendiren yetkin kişinin o damarı görememiş olup ‘senden yazar olmaz’ demesidir benim ilgimi çeken. Metnin üstünü görmüş, röntgenini çekememiş demek.
* Yazar okumaz mı?
Yazmaktan okumaya vakit bulamayan yazarların dilleri zaman içinde bozuluyor. Oysa ki zaman içinde gelişmeliydi. Bazı yazarlar bir noktadan sonra kendinden daha aptal bir okura yazmaya tercih ediyor. Okuru asla aptal yerine koymayacaksın. Kendinden daha aptal bir okura yazmayı seçmeyeceksin.
Batı dilleri 1-0 önde
Dil sözcük sayısıyla tartılırsa, İngilizce’de kaç bin sözcük var, Türkçe’de kaç bin ona bakmak lazım. Bu konuda bir çok batı dili 1-0 öndeler. Sen bu dilin ile düşünce dili geliştirememişsin, felsefe dilini geliştirememişsin. O yüzden sloganlarla ve kısa sözlerle idare eden bir jargon üretmişsin.

* Türkçe’de kavram yok, soyut düşünme yok, nesnel eşyalar var. 

* Şiir ile şarkı
Yahya Kemal’in şiirleri Türk müziği ile ‘eldiven ile el gibi’.örtüşür. Bizim de ait olduğumuz Altay-Ural dili Anglo Sakson müziğin ritmine uymadığı için iki kat şair olmak gerekir. Önce dilin doğasını anlamak gerekir. Türkçe şiir dilidir. Her şiir her dilde aynı şıklıkta durmuyor.

* Şarkı sözü ayrı, şiir ayrıdır. 
Bir kez daha söylüyorum; benim bir şiirim bile bestelenmemiştir. Bestelenenler şarkı sözlerimdir.

* Yabancı bir şarkıya söz yazacaksam şarkıyı önce kendi dilinde ezberlerim.
Fonotik çalışırım. Teknik çalışırım. Dili bozmam. Kelimeyi bölmem. Bir kerede söyletirim.
Şiir besteye girince cümleler bölünüyor. Anlam karmaşası yaşanıyor. Olmuyor.

* Ses şiiri ve Göz şiiri vardır.
Ses şiiri seslendirilebilir, göz şiiri ise sadece okunduğunda aradaki bağlar kurulabilir.

* Dille oynamak kusur örtmek için kullanılabiliyor. 

* Dili imgeye boğamazsın. 
Bir kerede algılanıp özümsenmesi ve arkasından gelen cümleye yol vermesi gerekir.

* Diyalog yazmayı oyun yazarak öğrenirsin.
Amerikan filmlerinde en iyi şeylerden birisi diyalogdur. Lafı bir kerede söyler ve anlaşılır. Süslenmez, ağdalaştırılmaz.

* Ben yazarken bu kadar üzülüp zahmet çekiyorsam okurdan da zahmet bekliyorum. 
Hem; kendimizi üzeceğiz ki yol kat edebilelim.

* Bizim edebiyatımız vasat bir edebiyat. 
Çok iyi yazarlarımız ve şairlerimiz var. Bunlar da tarlaya ekilip hasad edilen şeyler değil. İyi şair ve yazar kolay yetişmiyor. Nadassız bir toplumda yaşıyoruz.

* 68 rüzgarı insanın geleceği tasavvur etmesine yol açtı. 

* Anonim kültürden geliyoruz.
Herkesi birbirine benzetme ve nakış işleme sırasında dönem dışına çıkan yazarlar görülmedi. Yakup Kadri Ankara’ya gidene kadar edebiyatın İstanbul’un dışına çıkmadığını düşünün. Anadolu edebiyatı modası çıktı bir ara. Her yer tezek, kağnı ve ırgat doldu. Birbirine benzeyen bir dolu roman yazıldı.

* Yoksulluk insanın içini çürütür
Fakirler hep altın kalpli gösterilir. Mahmut Yesari’nin Sürtük ve Serseri diye iki oyunu vardır. Yesari bu oyunlarda kötülüğü bir problem olarak ele almıştır.

* Cumhuriyet’in ilk yıllarında edebiyat…
O yıllardaki edebiyat, Atatürkçülük ideolojsinin yaygınlaştırılmasının ve savunulmasının hattında ilerleyen yazarların edebiyatı oldu. Nahit Sırrı Ölük gibi bir büyük kıymet okunmadı, görülmedi, bilinmedi.
Örnekler çoğaltılabilir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Abdülhak Şinasi Hisar hep arada eriyip gitmişlerdir.
*Yazarları çarpıştırıyorlar. Hepsinin yeri farklıdır.
Ahmet Haşim ve Yakup Kadri birbirlerinden hoşlanmıyorlardı. Çok fazla polemiğe giriyorlardı. Fakat asil bir üslupla çarpışıyorlar, birbirlerinin aziz yanlarına dokunmuyorlardı. Kaybettiğimiz değerler bunlar.
* Kitap rafları, bir editörün elinden geçmemiş kitaplarla dolu. 
Yayınevleri ayrımcılık yapmadan kitap basar oldular. Fikir yazısı okunmuyor. İnsanlar işin zahmetine katlanmadan yazar olmak istiyor. Biraz kendini üzmen, emek harcaman, ter dökmen lazım. İnsana yatırım yapması lazım yayınevinin.

* Yazdığın sayfa yazdıklarından ürpermeli.
Seni okuyan kişi de ürpermeli. Sen içindeki ürpertiyi yansıtamamışsan, ya da içinde zaten ürperti yoksa kimsenin ömründen zamanını çalmasını isteyemezsin.

* İyi yazılmış kitaplardan çok iyi film olmuyor.
O yüzden de okuduğun kitabın filmini izlemek çok zaman hayalkırıklığı yaratıyor. Her okuma tekildir ve her yönetmen kendi okumasını dikkate alır. Yazara o yazıyı yazdıran temel dert o filmde var mıdır yok mudur buna bakılır filmde.

* Sanat, diğer disiplinlerle kurduğunuzda hissetmediğiniz insanî titreşimler yayar
İyi bir felsefi metin aklımı okşar. Ruhumu ürperten şey edebiyattır, sanattır. Beni dalgalandırır.

* Bende benden çok var. 
Beni bir kere gördüğünüzde beni tanıdığınızı asla asla düşünmeyin.

* Hüzünlü olmayan filozof yoktur ya da filozof değildir. 
* Dünyaya yazılacak bir şeymiş gibi bakıyorum.
Görmek önemli. Gördükçe düşünmeye başlıyorsunuz. Bizi sorular büyütür. İnsanların cevapları var ama soruları yok. Paketlenmiş cevaplarla idare ediyoruz.

* Yazdığınızı giymezsiniz onu ortaya çıkartamıyorsunuz. Karşıya geçmiyor.
* Her izleyici, okuyucu numarayı sezer, sahiciliği anlar. Bunun için de dersimi çok iyi çalışırım…
****
Murathan Mungan’ı dinlerken, onun yazıyla olan sevdasında adeta kendimi gördüm . O yüzden de bu yazı böyle sular seller gibi aktı gitti.
Eğer ki salondaki okurlar kitaplarını imzalatmaktan feragat etmiş olsalardı, sohbet biraz daha uzayacaktı. Lakin okurların imza ve fotoğraf arzusu ağır bastı.
Salonun neredeyse tamamı imza için sıraya girdi ve Mungan her kitabı tek tek, hatta bazılarını çift çift imzaladı. “Madem öyle ben de imza isterim o zaman” deyip aldım kitabımı, geçtim sıraya.

Umarım ki aldığım bu notlar, okuma ve yazma sevdalıları ile dünyayla derdi olan insanlara farklı bir pencere açmıştır.

Kitabın önsözünden benim kendime çıkardığım pay ile bitirmek isterim yazımı:
“Tarihin altında, hafıza ve unutuş. Hafıza ve unutuşun altında yaşam. Ama yazmak başka bir hikâye. Sonu yok” demiş Paul Ricoeur…
Yazmak başka bir hikâye…
Yazılanları okumak ise iki başka hikâye…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.