Van Gogh’dan Rembrandt’a Zamanda Yolculuk

Dünyanın gerçekliğinden uzaklaşabilmenin tek yolu sanat olsa gerek.
Bizim gördüğümüz dünyayı bize unutturup kendi dünyalarını bize sunan, ayaklarımızı yerden kesip bizi bambaşka alemlere uçuran, bildiklerimizi ters yüz edip bilmediklerimizi bildiren, kendi iç coşkularını ya da iç huzursuzluklarını eserlerinde dillendirip diğer insanları da kendi iç dünyalarında bir yolculuğa çıkartan seçilmiş insanlardır sanatçılar…
Dünyaya geliş amaçları budur.
Görevleri budur.
İçlerine konulan yetenekle ve o yeteneğe olan büyük aşklarıyla donatılıp yollanmışlardır.
Elleri, gözleri, kulakları ve diğer bütün azaları bedenlerinin sadece ev sahipliği yaptığı o büyük aşka hizmet ediyordur sanki.
Bazen bir heykel yontuyor o eller. Bazen bir tuvalin üzerinde renkten renge koşuyor.
Bazen bir piyanonun tuşlarında geziniyor, bazen bir çellonun ağır aksak sesleriyle buluşuyor.
İçinde duyduğu müziği döküyor portenin üzerine. Nota oluyor, ses oluyor, müzik oluyor.
Kulağı ve sesi ahenk içinde olan bir başka “yollanmış” kişi tarafından dile geliyor. Şarkı oluyor…
Yazıyor şiir oluyor, yazıyor roman oluyor…
Sonra hepsi bir mekanda birleşiyor,
Van Gogh sergisi oluyor…
****
Kimdir Van Gogh?
Kendi kulağını kesen ressam olarak tanınır genelde ya, biz biraz daha tanıyalım.
Ömrünün son on yılı boyunca yaklaşık 900 suluboya-yağlıboya resim ve 1100 karakalem çalışması üreten, en meşhur eserlerini ise ömrünün son iki yılında yapan, 1888’de ressam Paul Gauguin ile arkadaşlığının bozulması üzerine sol kulağının bir kısmını kesen, giderek kötüleşen ruhsal hastalığı sonucunda kendini göğsünden vurarak intihar eden Van Gogh, resim kariyeri boyunca kardeşi Theo’dan aldığı maddi destek sayesinde ayakta durabilmiştir.
İki kardeşin arkadaşlığı, 1872’den itibaren birbirlerine yazdıkları mektuplarla belgelenmiştir.
Van Gogh’u özellikle hayatının son iki yılında ciddi şekilde etkilemiş olan akıl hastalığı için bugüne kadar 30’dan fazla teşhis veya olası sebep ileri sürülmüştür. Bunlardan bazıları,şizofreni, bipolar bozukluk (eski adıyla manik depresyon), frengi, boya zehirlenmesi (soluma veya yutma yoluyla), Ménière hastalığı ve güneş çarpmasıdır. Kötü beslenme, aşırı çalışma, uykusuzluk ve alkol düşkünlüğü, muhtemelen hastalığın etkilerini artırmıştır.
Van Gogh’un özellikle son dönem eserlerinde açıkça görülen sarı renk düşkünlüğünün de tıbbi bir bozukluktan kaynaklandığını ileri sürenler olmuştur. Bu konudaki teorilerden birine göre, Van Gogh’un bolca içtiği absintte bulunan tuyon adlı madde, zaman içinde Van Gogh’un görüşünü bozarak nesneleri sarımtrak renkte görmesine sebep olmuş, bu da ressamın eserlerine yansımıştır. Bir başka teoriye göre, Van Gogh’a hastalığının tedavisi için yüksek dozlarda yüksük otu verilmiştir ve yüksük otunun sarımtrak görüşe veya sarı lekeler görmeye sebep olduğu bilinmektedir.
Anlaşılıyor ki içinde barındırdığı o muazzam güç kendi bedenine ağır gelmiş, bu gücü taşımaktan yorulan bedeni iflas etmiş ve kendi kendini yok etmiş…
****
Sergiye dönersek,
İstanbul Modern’de 15 Mayıs’a dek sürecek olan bu sunumu daha önce görmediğimize hayıflanarak çıktık sergiden.
Sergiye girmeden önce bunun bir slayt gösterisi olduğunu biliyorduk sadece.
İçeriye adım attığımız anda büyülü bir dünya bizi kollarına aldı, sarhoş etti, kendimizden geçirdi.
Oldukça büyük olan mekan zifiri karanlıktı. Her duvara, her sütuna ya da yerlerdeki halı görünümlü her perdeye başka bir resim yansıyordu projeksiyonlardan.
Her köşede kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan cümleler geçiyordu.
Fonda ağır ve depresif bir müzik, duvarlarda müzikle müsemma resimler ve resimlerle müsemma cümleler.
Zifiri karanlık içinde yerlere ya da tahta banklara oturmuş, bu muhteşem sunumun içinde kaybolmuş, dünyevi düşüncelerden arınmış sessiz sakin insanlar.
Klasik tarzda sunulan bir resim sergisinde hissedilemeyecek olan bütün hisler Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi’nde insanın iliklerine kadar işliyor.
Böylece sunumun da bir sanat olduğunu gösteriyor.
Ve biz istemeye istemeye ayrıldığımız bu sergiden sonra başka bir sergiye doğru yol alıyoruz.
Bu seferki durağımız Emirgan’daki Sakıp Sabancı Müzesi.
Buradaki sergi “Karanlıkla Işığın Buluştuğu Yerde… Rembrandt ve Çağdaşları – Hollanda Sanatının Altın Çağı” adını taşıyor.
(10 haziran 2012’ye dek sürecek)
Sahildeki Boğaz’a nazır Atlı Köşk’ün alt bahçesinde bizi karşılayan, sergiyi temsil eden bir eserin büyük ebattaki maketinin arkasına geçiyor, başımızı oyuk yerden çıkartarak eserdeki kişinin bakışlarını yakalamaya çalışıyoruz.
Köşkün merdivenlerinden yukarıya tırmanırken bu kez neyle karşılaşacağımızı merak ediyoruz.
Bahçenin ve manzaranın muhteşemliğini izlemeyi sergi sonuna bırakarak galeriye giriş yapıyoruz.
Galerinin ışıklandırılması ve yerleşimi Van Gogh’dan farklı bir klasiklik içinde. Duvarlardaki tabloların karşısına geçtiğimizde bu tabloların ancak bu şekilde daha iyi kavranabileceğini anlıyoruz.
Yüzyıllar ile aramızda sadece bir burun mesafesi olması hepimizi zamanın derinliklerine çekiyor.
1800’lü yıllardan günümüze dek gelebilen, genellikle yağlıboya eserlerden oluşan tablolardaki ince çalışmalar ve kompozisyonlar bizi kendimizden geçiriyor. Tabloların en ucra köşesinde dahi tablonun ana konusuyla aynı özende çalışılmış minicik bir ayrıntı sanatçının içindeki sanat aşkını ortaya çıkartıyor.
Kendi dönemlerindeki ressamlarla bir çeşit boy ölçüşmeye varan bu dokunuşlar tabloların zenginliğine zenginlik katıyor.
Ayrıca tablolardaki her ayrıntı bir belge olarak kayda geçiyor. Bize o zamanın yaşantısı hakkında bilgi sunuyor.
Her bakışın canlılığı, her ifadenin anlamlılığı, her ışığın yansıyışı, her dantelin kıvrımı, suyun şeffaflığı, üzümün berraklığı, kirazın ağız sulandırıcılığı, gümüş ve altın objelerin zenginliği vurgulayışı ve tabloda herhangi bir yere kondurulan bir yüzükle atılan imzalar…
Bütün bu görüntüler bize kendi yaptığımız resimleri acımasızca sorgulatıyor.
Zamana direnmiş, sanatçıya ölümsüzlüğü bahşetmiş bu tabloları izlerken o dönemlerde zamanın oldukça yavaş aktığı kararına varıyoruz.
Aheste geçen zamanlar tamamen sanata vakfedilmiş olmalı ki, bu sayede ortaya çıkan eserler geçmişten günümüze ulaşabilmiş.
Müzeden ayrılırken sanatın kendi üzerimizdeki büyüleyici etkisini bir kez daha gözlemliyoruz.
****
İlaç sektöründeki isimlerden Abdi İbrahim’in 100’üncü kuruluş yıldönümünü adına gösterime sunduğu Van Gogh sergisi ve kuruluşunun 10. yılını kutlayan Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nin düzenlediği“ Karanlıkla Işığın Buluştuğu Yerde… Rembrandt ve Çağdaşları – Hollanda Sanatının Altın Çağı”sergisi…
Ancak kurumların ve kuruluşların gücüyle halka ulaşabilecek etkinlikler bunlar.
Ben’ce; sanatçının dünyaya geliş amacını anlayabilen kişiler olmalı kurumların içinde. İlla ki sanatın bir dalına destek vermeli, sahip çıkmalı.
Ki bu da bir çeşit hizmettir.
Bu hizmetlerle hayat daha yaşanır hale gelir, hazzın doruklarında gezinilir.
Ve en önemlisi de;
İnsan; bakarken görmeyi, duyarken dinlemeyi, dokunurken hissetmeyi öğrenir…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.