Uzan(ama)mışım kumsala…

Deniz sezonu açıldığından beri boğulan boğulana.
Gencecik çocuk cesetleri çıkıyor dört bir yandan…
Yüzme bilmeden kendini denize atanlar, deniz bisikletiyle açılıp da kaybolanlar, akıntıya kapılıp da kendini kurtaramayanlar.
Denizle şaka olmaz derdi babam. Bir anda yutar seni. Tedbirli olacaksın, denizin dilinden anlayacaksın, hiç kahramanlık yapmayacaksın.
Yapmadık mı, yaptık elbet. Yaş cahili günler geçip de akıl başa gelince denizin dikine dikine gitmemeyi öğrendik.
****
İnsan eski günlerini özlüyor hasretle.
Yaz tatili başlayıp da ana memleketi Karacabey’den baba memleketi Siği’ye göç edince başlardı birbirinden hareketli günler.
Bursa’dan Mudanya’ya gelirken Tepedevrent’e varmayı beklerdim önce heyecanla. Denizi ilk orada görürdüm çünkü. Yukarılardan dümdüz görünen deniz aşağıya indikçe dalgalı mı değil mi seçilirdi. Mudanya’nın içinden geçerken her sokak arasından denize bakardım. Sonra Arnavutköy bayırı, sonra bir yanı uçurum ve deniz, diğer yanı zeytinlik olan virajlı yollardan Siği’ye varış…
Bütün bir kış ayrı kalmış olmanın hasretiyle koşa koşa sahile inerdim…
Ve bütün yaz o koy senin bu koy benim, o zeytinlik senin bu zeytinlik benim geçen, hepsi birbirinden kıymetli, hepsi birbirinden eğitici-öğretici günler yaşardım.
Adeta bir ‘National Geographic Live’…
Köyün değişmezi olan ve öğlenden sonra çıkan dalgadan önce sabah saatlerinde girerdik denize.
Sabah gözünü açan sahile koşardı. Köftecinin Yeri, İncirdibi, İğdedibi, Yalı (Özel İdare), Çeşmecik…
Hepsi kulaç kulaç yüzdüğümüz, derin derin daldığımız koylar.
Pazar oldu mu günübirlikçiler doluşurdu bu koylara. Gün boyu kalırlar, incir ağaçlarının  altında kâh uyurlar, kâh yüzerler, kâh yemek yerlerdi. Koylarda ihtiyaç giderecek bir baraka dahi olmadığından arkada epey bir koku bırakırlardı. Yediklerinin çöplerini de almayı akıl edemediklerinden o kokuya bir de çöp kokusu karışırdı.
Çöp demek sinek demek…
Koyda ganimet bulan yeşil sırtlı karasinekler, babarozlar, meyve sinekleri rahat vermezdi güneşlenenlere… Hele de denizden çıkmış ve ıslakken sırtınıza konan bir babarozun ısırığı epey bir can yakardı doğrusu.
İstanbul-Bursa arasına konan hızlı feribot seferlerinden sonra bütün bu koyların tadı kaçtı. Geminin geçmesinden 20 dakika kadar sonra rutini bozulan dalgalar koyun diplerine kadar girip, kayalıklara vurmaya başladı. Koylar küçüldükçe küçüldü, yok oldu. Bu sayede oralarda ne yüzmek ne de güneşlenmek artık kabil değil.
Çocukluğumuzdan yıllar sonra köyün içine yapılan marina, dalgasız denizde yüzmek isteyenler için ideal. Deniz burada çamurlaşmış ve kokuyor olsa dahi, yine de sahile ve denizin içine dökülen kum hem yüzmek, hem de güneşlenmek için cazip. Avuç içi kadar bir sahilde denize giren yerlisiyle yabancısıyla köy sakinlerinin birbirlerinden kaçı göçü yok. Köyde evi olanlar da yıllarca gidip geldiklerinden dolayı köyün bir parçası oldular.
Maalesef ki o avuç içi kadar sahil başkaları tarafından da keşfedildi.
Daha önce Eşkel’e doğru uzanan günübirlikçiler, yolculuklarını yarıda kesip köye iner oldular.
Tabii esnaf için günübirlik de olsa turist iyiydi.
1 su alsa, 2 çay içse fayda……
Lakin gelenler deniz kültüründen uzak, ne sahile, ne de denize yakın insanlardı.
İyi niyetli düşünelim; olsun, onların da sefa yapmaya hakkı vardı.
Ama bir şeyler tutmuyordu. Günlük hayattaki tüm rahatsız edici davranışları burada daha da göze batıyordu.
Deniz’i bilmiyorlardı, bilmemeleri dert değil, öğrenmek de istemiyorlardı…
Annelerimiz henüz mayo giymezken elbiseleriyle girerlerdi denize. Elbiselisi mayolusu tüm kadınlar neşe içinde cıvıldaşır, yüzer, güneşlenir, evlerine dönerlerdi. İncirdibi’nin sonunda bir kayanın ardındaki küçük koy onlarındı mesela. Herkes oranın sahiplerini bilir, erkekler o tarafa yüzmez, kimse kadınları tedirgin etmezdi.
Çocuklar ve gençler ise cümbür cemaat doldururlardı koyu. Bir eğlence, bir eğlence.
Hele de Yalı’daki duba hikâyeleri……
Yıllarca yüzme bilmeyenlere şaşırmıştım nasıl bilmezler diye. Sonra anladım ki, şanslı olan bizdik…
Herkes sahilde büyümüyormuş meğer.
Sahilin kendince yazılı olmayan kuralları vardı. Biz onları yaşayarak öğrenmiştik.
Dışarıdan gelenlerin bilmediği ve deniz’e Fransız kaldığı da işte buydu.
Türk milleti olarak üç tarafı denizlerle çevrili bir coğrafyada yaşasak da denize hep uzaktık.
Rum köyleri ne kadar sahildeyse, Türk köyleri o kadar tepedeydi. Bu yüzdendi belki de bu yabansıllık.
Şimdi; denize uzak olanlar da artık denize alışmak istiyorlar, lakin bunu nasıl yapacaklarını henüz bilemiyorlar.
Açılmakla kapanmak arası bir kıyafet karmaşasında giriyorlar denize. Mayoludan daha dikkat çekici olduklarının farkında olmadan örtünüyorlar. Oysa ıslanan kıyafetleri vücutlarına yapıştığında anadan üryandan beter görünüyorlar.
Sahilde üzerlerini değişecek kabin de olmayınca mayoları üzerlerinde ıslak kalıyor. Bileklerine kadar uzanan haşemaların ardındaki tenlerine güneş de değmiyor,
Kısacası, tüm hastalıklara elden davetiye……
Giyim kuşam ayrı, günübirlikçilerin bir de çocukları denize alıştırma muhabbetleri var ki…
Babasının denize batırıp batırıp çıkardığı zavallı çocuk çığlık çığlığa çırpınıyor. Yavrucak yalak’a batırılıp çıkartılan kedi yavrusu gibi nefessizlikten ölecek kimsenin haberi yok…
Çocuğun aldığı deniz kültürünün başlangıcı da böyle olunca varın gerisini siz düşünün…
En uyumlularının kızlarına mayo üzerine şort giydirdiklerini ve kendilerinin de oturdukları yerden milleti kestiklerini göz önüne alırsak, sahil dediğin tam bir aşure dönüyor.
Otursan oturamazsın, yüzsen yüzemezsin…
****
Şimdi, tüm olumsuzluklara karşı istemezükçü olup denizi bilmeyenler denize gelmesinler demiyoruz…
Gelsinler ve geldikleri yerle bütünleşsinler…
En basitinden; “Duada nasıl ki mayoyla oturulmazsa sahilde de duaya gelmiş gibi oturulmaz, yenilir içilir, arkada çöp bırakılmaz, alemin karısına kızına yiyecekmiş gibi bakılmaz, her bir bireyin o sahilden ve o denizden yararlanma hakkı olduğunu bilip avuçiçi kadar koya boylu boyunca yayılınmaz, sahile evi olanların bahçelerindeki masa sandalyeler araklanıp üzerlerine konulmaz, adab-ı muaşerete uygunsuz davranışlar bir yana, denizin azametine saygı duyulup ona yamuk yapılmaz, sığ yerlerde denize tepeüstü atlanmaz, açıklarda arkadaş batırmaca hiç oynanmaz”, gelirken bunları da öğrensinler….
Ötesi deniz de engin, sahil de.
Dön yüz, dön güneşlen…
Yeter ki güneşlenirken istakoz gibi yanma, yüzerken de canından olma…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.