Türkiye’de “eşit yurttaşlık”, Batı Trakya’da “isonomia-isopolitia”

AYDIN ÖMEROĞLU KÖŞE YAZISI

Erdem Atay, 13 Şubat 2018 tarihli Aydınlık gazetesinde, “Eşit Yurttaşlığın asıl sahibi HDP” başlıklı yazısında, eski CHP Milletvekili Prof. Dr. Birgül Ayman Güler’in, CHP’nin Parti Meclisi kararları arasında yer alan, “Kürt sorunu dâhil bütün toplumsal sorunlarımızı, eşit yurttaşlık temelinde, ulusal bütünlük ve toplumsal uzlaşı ile çözeceğiz” maddesine yönelik eleştirisine yer vermiş.
Bayan Güler, CHP’nin “eşit yurttaşlık” kararının asıl sahibinin HDP olduğunu söylüyor. Söz konusu yazıda, adı geçen maddenin; ‘Eşit yurttaşlık’ kavramının ‘PKK açılımının önünü açacağı’, ‘Türk milleti ifadesini kaldıracağı’ belirtiliyor.
Türkiye’de “eşit yurttaşlık” tartışması, bana, 1923’ten beri Azınlığımıza karşı uygulanmakta olan ayrımcı ve baskıcı politikaların Başbakan Miçotakis’in ağzından Yunan Devleti’nin resmi itirafı olan, “isonomia-isopolitia (yasalar önünde eşitlik ve eşit vatandaşlık)” beyanını anımsattı.
Türkiye’de Kürt asıllı Türk yurttaşlarıyla, Yunanistan’da Türk asıllı Yunan yurttaşlarının Lozan Barış Konferansı’nda başlayan bir kader birliği var.
Şöyle ki: İngiltere ile Fransa’nın Temsilci Heyetleri Türkiye’deki Kürt asıllı nüfusun da etnik azınlık koruması kapsamına alınmasını istedi. Türk Temsilci Heyeti bunu kabul etmeyince dinsel azınlık önerisinde bulundular. Türk Temsilci Heyeti, Türkiye’de sadece Hıristiyanları azınlık olarak kabul edeceğini açıkladı. Tartışmalar sonunda dinsel azınlık kavramı üzerinde uzlaşıldı. Buna göre, İstanbul’un Rum (Yunan), Ermeni ve Yahudi nüfusu “Müslüman-olmayan azınlıklar”, Batı Trakya’nın Türk nüfusu “Müslüman azınlık” olarak tanımlandı. Türk Temsilci Heyeti, Kürtlerin Türklerle aynı dini paylaştıklarını, dolayısıyla kaderlerinin ortak olduğunu, Türkiye’nin yeniden yapılandırılması sürecinde demokratik hakların güvenceye alınacağını ileri sürdü.
Demokratik hukuk devletlerinde yurttaşların yasa önünde eşitliği ve eşit yurttaşlıkları anayasal güvence altındadır. Fakat “mutlak eşitlik” dünyanın hiçbir devletinde ve yerinde mümkün değildir. Çünkü göreli eşitsizlikler toplumun sosyo-ekonomik yapısının doğasından kaynaklanır. İnsanlık, mutlak eşitlik için değil, eşitsizlikleri en aza indirme arayışının mücadelesi içindedir.
Batı Trakya’da dönemin Başbakanı Miçotakis 1991 yılında, “isonomia-isopolitia (yasalar önünde eşitlik ve eşit vatandaşlık)” itirafında neden bulunmuştur? Bu soruyu her iki Azınlığın 1923’ten sonraki tarihinde aramak gerekir.
1923’ten sonra İstanbul Rum azınlığı ile Batı Trakya Müslüman azınlığı bulundukları ülkenin sosyo-ekonomik yapısında uzlaşmaz bir çelişkinin ortaya çıkmasına neden oldu.
Bu nasıl bir çelişkiydi?
Tartışmamıza önce Yunanistan’dan başlayalım. Yunanistan 1920’lerde tarımsal bir ülkeydi. Türkiye’den gelen mübadillerin yerleştirilmesi, üretime katılmaları büyük bir sorun teşkil ediyordu. Bu koşullarda, Batı Trakya’da binlerce dönümlük Türk Beylerinin mülkiyetindeki arazilerle mübadillerin yerleştirilmesi ve üretime katılmaları arasında bir çelişki oluşmuştu. Bu çelişki, Yunan Hükümetlerinin Beylerin çiftliklerini “zorunlu” veya “gönüllülük” esasına göre satın alıp buralara mübadilleri yerleştirmesiyle çözüldü.
Türkiye’deki çelişkiye gelince. Cumhuriyet’in ilânından sonra ülkede devletçi karma-ekonomi modeliyle kalkınma çalışmaları başlatıldı. Osmanlı devletinin yarı-sömürge haline geliş sürecinde Rum nüfusunun belli bir kesiminin Batılı şirketlerle geliştirdiği işbirliğiyle ülkede milli ekonomi geliştirme arasında bir çelişki oluşmuştu. Bu çelişki, Atatürk’ün sağlığında Rum nüfusunu milli ekonomiye uyumlulaştırma şeklinde çözülüyordu. Atatürk’ün ölümünden sonra bu çelişki; “Varlık Vergisi”, “6/7 Eylül 1955 olayları” ve 1964’te “Oturma-Ticaret ve Denizcilik Sözleşmesi”nin Türk Hükümeti tarafından tek yanlı yürürlükten kaldırılarak binlerce Yunanlı ve Türk yurttaşı Rum’un Türkiye’den sınır dışı edilmesiyle çözüldü.
İstanbul Rum azınlığı ile Batı Trakya Müslüman azınlığının bulundukları ülkenin sosyo-ekonomik yapısında meydana getirmiş oldukları uzlaşmaz çelişkinin çözülmesinden sonra geriye, her iki Azınlık insanının emeği ile geçinme yolundaki yaşam mücadelesi kalmış oldu.
Şimdi, Türkiye’de Kürt asıllı Türk yurttaşları bağlamında yürütülen “eşit yurttaşlık” kavramı tartışmasına değineyim.
Lozan Barış Konferansı’nda, Türkiye’deki Kürt asıllı nüfus ile ilgili verilen, Türkiye’nin yeniden yapılandırılması sürecinde demokratik haklarının güvenceye alınacağı sözü hayata geçirilmiş olsaydı, Türkiye’de PKK olayı diye bir mesele ortaya çıkmazdı.
CHP Parti Meclisi, Cumhuriyet’in ilânından doksanbeş yıl sonra,“Kürt sorunu dâhil bütün toplumsal sorunlarımızı, eşit yurttaşlık temelinde, ulusal bütünlük ve toplumsal uzlaşı ile çözeceğiz” diye bir madde kabul ediyorsa, Türkiye’nin günümüzde içinde bulunduğu koşulların ve durumun oluşması sürecinde CHP’nin hiç mi payı yok ?
Bu gerçek ile yüzleşmeyen CHP yönetimi ve üyeleri, başkanlık yarışında koştuğunu sansa da, aslında, patinaj yaptığının bile farkında olmaz. Tarih çok önemlidir.
Altı Ok, Türk Devrimi’nin barış koşullarında devam ettirildiği süreçte, model olarak benimsenen devletçi karma-ekonominin yeni Türkiye gerçeğine uyarlanarak, ülkenin kalkınması ve halkın refahı çalışmaları ve deneyimlerinin imbiğinden damıtılmış, Devrim’in düşünsel temelidir. Askerî zaferden sonra devletçilik konusunda iki farklı çizgi birbiriyle rekabete girdi. Biri, Gazi Mustafa Kemal’in Genel Başkanlığındaki Cumhuriyet Halk Fırkası’nın halkçılık anlayışındaki devletçilik çizgisi. Diğeri, programında; “şahsi özgürlüğü her sahada kutsal sayacağız.” , “devletin görevleri en aşağı sınıra indirilecektir.” liberal anlayıştaki, Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarının kurduğu “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”nın özel sektörü öncelikleyen çizgisi. Atatürk’ün ölümünden sonra iki çizgi arasındaki rekabet CHP içinde devam etti. CHP yönetimi, Türk Devrimi’nin mayasını oluşturan halkçılıktan uzaklaşmanın, Devrim’e hıyanetin ilk adımını, Altı Ok’un yeniden ele alındığı 7. kurultayda (17 Kasım 1947) attı.. Devletçilik ilkesi yeniden tanımlanırken, özel girişime önem veren bir anlayış benimsendi. Bu anlayıştaki CHP yönetimi bu yaklaşımıyla, anti-emperyalist Milli Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştırmış olan halka sırtını dönmüş oldu. Bu tarihten itibaren CHP yönetimleri, kıblesini şaşırmış bir insan gibi, kurultaylarda iktidar olma arayışlarının bataklığında debelenir oldu. CHP yönetimi sürüklendiği bataklıktan gerçekten kurtulmak istiyorsa, “Cumhuriyetin temel değerleri ve sosyal demokrasinin evrensel ilkeleri” ikileminde tek seçeneğinin, Türk Devrimi’ni demokrasi koşullarında devam ettirmek için, Altı Ok düşüncesinin devletçilik ilkesini kamuculuk kavramı ile güncelleyerek, milyonlarca laik ve Müslüman emekçi halkın fakirlikten kurtuluşunun yolunu aydınlatma sorumluluğunu üstlenmelidir diye düşünüyorum.
Emperyalist ekonomilerin alt yapısını oluşturan özel ve devlet tekelleri, bu ülkelerdeki devletçi karma-ekonominin birbirinin işlevselliğini tamamlayan iki ayağıdır.
Emperyalizme bağımlılık içindeki ülkelerde uygulanan devletçi karma-ekonomi, bağımlılığın ve bu bağımlılık ilişkilerindeki işbirlikçilik zihniyeti yüzünden, emperyalist ekonomilerdeki gibi kökleri tarihin derinliklerine uzanan özel ve devlet tekellerinin meydana gelmesini önlüyor. Atatürk dönemi ve O’nun ölümünden sonra günümüze uzanan uygulama, bu gerçeğin çarpıcı tecrübesidir. Atatürk dönemindeki devletçi karma-ekonominin devletçiliği halkıçılık anlayışı içinde uygulanmıştı. Fakat O’nun ölümünden sonra halkçılığı terk eden zihniyet, devletçiliği, esas itibariyle, özel sektörün hizmetine sokmuştur. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak, Devlet’in üst yapısını oluşturan kuvvetler ayrılığının yürütme ve yasama erkleri özel sektörü önceliklemiştir. Türkiye’nin içinde bulunduğu beka ve halkının refah sorununun ortaya çıkması, Devrim’e hıyanetin acıklı sonucudur.
Çözüm nedir?
Çözüm, milletçe;
1. Türk Devrimi düşüncesinde uzlaşmak,
2. devletçi karma-ekonomi modelini terk etmek,
3. özel ve kamu sektöründen oluşan, özel ve kamu girişimciliğine dayanan halkçı karma ekonomi modelini uygulamaya koymaktır.
Halkçı karma-ekonomi modelinde, özel sektörde olduğu gibi, çalışan emekçilerinde kamu sektöründeki üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkı vardır. Dolayısıyla, özel ve kamu sektöründe insanlar yedi gün yirmidört saat işlerinin bilinci ve sorumluluğunun örgütlülüğü içinde hareket ederler. Büyük devrimci Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” özdeyişi, böylelikle duvar yazısı olmaktan çıkar, ete kemiğe bürünür. Bu sayede yurttaşlar, halkçı karma-ekonomi modelinde yasalar önünde gerçekten eşit yurttaş olduklarını maddî ve manevî haklar ve görevler bütünselliğinde yaşarlar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.