Tarihten Bir Enflasyon Faciası

Türk lirasındaki hızlı değer kaybı tüm kesimlerde büyük bir panik yarattı. 1980 sonrası hep birlikte yaşadığımız yüksek enflasyonlu günleri anımsadık. O günlerin anıları paramızdan altı sıfır atılması ile silinse bile enflasyon durmayınca hafızalar hızla tazelendi. Yüksek enflasyon genellikle büyük siyasi krizler ve alt üst oluşlar sonrasında yaşanıyor. Tarihte adına facia denebilecek bu tür örnekler var.
Ekonomi bilimciler bu tür örnekleri teknik analizlerle ve herkesin anlamayacağı dille anlatıyor. Ancak sıradan insanlar bu tür ekonomik darbelerin sonuçlarını acı şekilde yaşıyor ve yaşadıklarından öğreniyor.
Her iki Dünya Savaşını da yaşayan ünlü yazar Stefan Zweig, Birinci Paylaşım Savaşı sonunda Almanya’da yaşanan böyle bir olayı anılarını yazdığı “Dünün Dünyası” adlı eserinde çok ayrıntılı olarak anlatıyor.
Birinci Paylaşım Savaşının yenik ülkelerinden Avusturya, Almanya’dan kopmuş ve ağır bir enflasyon ve yoksullukla boğuşmaktadır. Almanya ise her zamanki sıkı disiplini ile tekrar yaşama tutunmaktadır. Alman Markı değerini korumakta ancak harekete geçen sanayinin ham madde sıkıntısı dış ilişkiler yüzünden sorunludur. Bu sırada Almanya Dışişleri Bakanlığına Stefan Zweig’in dostu Walter Rathenau getirilmiştir. AEG firmasının kurucusunun oğlu, Yahudi asıllı entelektüel olan Rathenau Versay Antlaşması sonucu ortaya çıkan Almanya savaş tazminatlarının yapılandırılması işini yönetecektir. İşlerin yoluna girdiği düşünüldüğü bir sırada Rathenau bir suikast sonucu katledilir. 22 Haziran 1922’de işlenen bu cinayet sonucu büyük bir panik başlar ve bu panik Nazilerin iş başına gelmesinin de önünü açar.
Stefan Zweig bundan sonrasını şöyle anlatıyor: “Bir anda panik başladı ve bütün ülkeyi sarstı. Mark bir anda düşüşe geçti, artık durdurulamıyordu, ta ki trilyonlardan konuşuluncaya kadar, işte şimdi gerçek enflasyon canavarı ortaya çıkmıştı. Avusturya Kronunun bire on beş bin artması bile, düşüşün yanında önemsiz bir çocuk oyunu sayılırdı… Ben, sabahleyin bir gazeteye elli bin Mark, akşamleyin ise yüz bin Mark ödediğimi hatırlıyorum; yabancı para bozdurmak isteyen kişi, bozduracağı miktarı saatlere bölerdi, çünkü saat dörtte saat üçte aldığının birkaç kat fazlasını alıyordu, saat beşte ise dörtte aldığının birkaç kat fazlasını. Örneğin ben yayınevine üzerinde bir yıl çalıştığım el yazmalarımı gönderirken on bin nüshanın parasının derhal ödenmesini talep ederken, kendimi güven altına almaya çalışıyordum, ancak çek elime ulaştığında gelen para, bir hafta önce el yazmalarını göndermek için ödediğim posta ücretini bile karşılamıyordu; tramvaylarda bir bilet için milyonlar ödeniyordu, banknotlar Reich bankasından diğer bankalara kamyonlarla taşınıyordu ve on dört gün sonra yüz bin Marklık banknot yağmur oluğunda bulunuyordu; muhtemelen bir dilencinin fırlatıp attığı bir banknottu.
“Bir ayakkabı bağcığı için ödenen parayla eskiden bir çift ayakkabı, bir çift ne demek, iki bin çift ayakkabının bulunduğu lüks bir mağaza satın alınırdı. Kırık bir pencereye ödenen parayla eskiden bir ev, bir kitap için ödenen parayla da eskiden yüz makinenin bulunduğu koca bir matbaanın tümü satın alınabilirdi. Yüz Dolarla Kurfüstendamm’da altışar katlı bir sıra ev satın alınırdı. Bugün bir el arabası almak için ödenen parayla eskiden bir fabrika alınırdı.”
Zweig sosyal yaşamdaki acı düşüşü de şöyle anlatıyor: “ Yeni yetme oğlanlar limanda unutulmuş bir kasa sabun bulduklarında ve her gün bir tanesini sattıklarında bu parayla aylarca arabayla gezip caka satıyorlar ve prensler gibi yaşıyorlardı, bir zamanlar varlıklı kişiler olan aileler ise dilencilik yapıyordu. Hamallar bankalar kuruyor ve yabancı paralar üzerine spekülasyonlara giriyordu. Bütün bunların üzerinde de vurguncuların en büyüğü Stinnes (Hugo Stinnes:1870-1924 Birinci Paylaşım Savaşı sonrası Almanya’da yıldızı parlayan savaş taciri) eline ne geçerse satın alıyordu, kömür ocakları, gemiler, fabrikalar, sürüyle hisse senedi, saraylar, çiftlikler satın alıyordu. Üstelik her şeyi neredeyse yok pahasına, çünkü her tutar, her borç kısa zamanda sıfırlanıyordu. Kısa bir süre sonra Almanya’nın dörtte biri eline geçti ve gözle görünen başarı karşısında her zaman kendini kaybeden Alman halkı sapıkça bir coşkuyla büyük bir dehaymış gibi ona alkış tutmaya başladı. Sayıları binleri bulan işsizler orada burada dolanıyor, caddeleri dolduran tüm arabaları kibrit kutusuymuş gibi satın alan vurgunculara ve yabancılara yumruklarını gösteriyordu; okuma yazma bilen herkes alım satım ve spekülasyonla uğraşıyor ve sürekli kazanıyordu; birbirlerini aldatırken kendilerinin de aldandığı duygusuna kapılıyorlar, devletin, borçlarından ve sorumluluklarından kurtulabilmesi için görünmez bir elin bu karmaşayı bilerek sahnelediğini düşünüyorlardı.”
Düşüş özellikle ahlaki alandaydı. Zweig anlatmaya devam ediyor:
“ Tüm değerler değişiyordu ve değişen sadece maddi değerler değildi, devletin tüm yasaları alaya alınıyor, hiçbir gelenek, hiçbir ahlak kuralına saygı duyulmuyordu. Berlin dünyanın Babil’i haline gelmişti. Mantar gibi her yerde barlar, eğlence yerleri ve meyhaneler bitiveriyordu… Almanlar tüm hırs ve sistem kurma sanatlarını sapkınlığa kadar götürmüşlerdi. Kurfürstendamm boyunca makyajlı delikanlılar kırıta kırıta geziyordu, üstelik sadece profesyonel olanları değil; her liseli genç para kazanma peşindeydi, loş barlarda devletin müsteşarları ve para babaları hiç utanmadan sarhoş denizcilerle kırıştırıyordu.”
Almanya’nın yaşadığı bu travma Nazizmin yükselişinin zeminini hazırladı. Dünya belki de bir daha asla bu ölçüde düşüş ve rezalet yaşamayacak. Ancak bunun bir temenni olarak kalmaması için tarihten ders almak gerekiyor. Zira zaman zaman yüz yıl önce Almanya’da yaşananların küçük örneklerini ülkemizde de yaşadık. Bir daha yaşamamak dileğiyle…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.