Özürlü devlet gereğini yapmalı…

Bu yazıyı herhangi bir etnik grup, inanç grubu, siyasi grup ya da aile adına kaleme almıyorum.

İfade edeceğim bütün görüşler “geleneksel aidiyet bağı” içerisinde olduğum kesimlerin çoğunlukla destekledikleri görüşler olsa da, aşağıda yazacaklarım her satırıyla bana aittir.

Öncelikle şunu belirtmeliyim; ben bu tartışmanın birinci dereceden tarafıyım. Salt aile bağlarından ötürü değil, insan hakları, temel hak ve özgürlükler noktasında da tarafım.

Bir yanımla Dersim ve Koçgiri isyanının komutanı Alişer Efendi ve eşi Zarife Hanım'ın torunuyum.

Diğer yanımla da bu ülkede resmi ideolojinin hak ve özgürlüklere karşı uyguladığı saldırgan tavrının tanığı bir yurttaşım.

Yani nereden bakarsanız bakın tarafım.

(Alişer Efendi ve Zarife Hanımın çocukları olmaz. Kardeşi Kasım Çavuş’un oğlu Sabri’yi evlatlık alırlar. Devletin, Alişer Efendi ve Zarife Hanım'ın katlinin ardından Sabri Bey’i (dedemi) Elazığ Valiliği'nde bir göreve (net bir bilgi olmamakla beraber vali vekili veya kâtibi) tayin edilir ancak aile baskısı ve yaşanan büyük acı Sabri Bey’in bu görevde uzun süreli olmasına mani olur. Kısaca Alişer’in oğlu Dedem Sabri Bey, Sabri Beyin beş çocuğundan en küçük oğlu Hasan Cemal Avcı’nın oğlu Rüstem Avcı’yım. Aile şeceresine ilişkin daha uzun bilgi verebilirim.)

Nuri Bey (sol başta-Sabri dedemin kardeşi), Sabri Bey (sağ başta-Alişer Efendi'nin evlatlık aldığı dedem) Şevket amcam (ortada-Sabri beyin oğlu, babamın abisi)

Katliamının 74. yılında nihayet Dersim’i tartışmaya başlayabildik.

Bütün basın organları aynı anda “meğer Dersim diye bir yer ve Dersim katliamı diye bir vahşet(?) varmış” demeye, ilgili ilgisiz herkesle bu konuyu tartışmaya başladılar.

İnsan aklının ve vicdanının kabul edemeyeceği faşizan ifadelerin yanı sıra çarpıtılmış tarih bilgisi ile beslenmiş okur-yazar takımının gerçekle yüzleştiklerinde düştükleri durumu yer yer içim acıyarak izledim.

Tarihe mal olmuş bu kıyıma dair edeceğim kelamlarımın kinden, nefretten, hamasetten uzak, sadece tartışmaya katkı sunacak nitelikte olmasını istiyorum.

Siyasi partiler boyutuyla da, son günlerde yürütülen tartışmanın ne denli gerçeklerden uzak ve salt seçmen tabanına dönük bir tartışma olduğunun altını çizmeliyim. Ama yine de “her şerde bir hayır vardır” kabilinden bugün bu devlet ayıbının tartışılıyor olması çağdaş demokrasiye ulaşmak noktasında ülke insanı olarak beni umutlandırıyor.

Uzun yıllar sadece eş, dost, akraba içerisinde konuşabildiğimiz bu katliamı, her ne nedenle olursa olsun kamuoyunda konuşuluyor olabilmesini de ayrıca önemsiyorum.

Başbakan'ın CHP içindeki bir yarayı görüp, siyasi kazanımlar gözeterek kaşımasıyla güncelleşen Dersim tartışmasında her an sapla saman birbirine karıştırılıyor olsa da bu bir süreçtir, eğrisi doğrusuyla yaşanmalıdır diye düşünüyorum. Ancak bu tartışma sürecinde yayınlanan kaynakların azlığı ve devletin (egemenlerin) her dönem uyguladığı dezenformasyonla karşı karşıya kaldığımız da su götürmez bir gerçektir. Öyle ki; ne zaman konu hakkında “tarihçilere bırakalım” yorumu yapılsa irkiliyorum.

Egemenlerin, galiplerin gerçekleri çarpıtarak uydurdukları tarih hikâyeleri ile dolu bu ülke daha fazla bu resmi yalanlarla zaman kaybetmemelidir diye düşünüyorum.

Yine bu tartışma sürecinde 38 Dersim sürgününe ilişkin İsmet İnönü’nün torunu Gülsün Bilgehan’ın “Ne var yani? İyi ki de sürülmüşler Tunceli’den. Ortaçağ koşullarında yaşamaktan kurtulmuşlar. Çağdaş, eğitimli, kültürlü, insanlar çıkmış Tunceli’den bu sürgün sonucunda!” yorumu Mussoloni’nin bile kemiklerini sızlatır niteliktedir.

Ama bu yorum dahi dönemin, başta Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün gerçek maksatlarının ne olduğunu özetlemeye yetmektedir. Ben şahsen Bilgehan’ın bu talihsiz açıklamasının doğal bir refleks olduğunu düşünüyorum.

CHP’de siyaset yapan ve siyasal ikballeri aşkına, bulundukları makamı korumak adına onurlu bir duruş sergileyemeyen başta genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere birçok CHP’linin Dersim turnusolu ile halk nezdinde tasfiye edileceğini söylemek bir kehanet olmasa gerek.

CHP, günü kurtarma siyasetiyle tarihe bir iz düşülemeyeceğini, tarihin sadece kahramanları hatırlayacağını bilmelidir.

Başbakan Erdoğan Dersim katliamından ötürü dilediği özrün arkasında ne kadar kalır, ya da bu özür konusunda ne kadar samimidir bilemem.

Ama bildiğim bir şey varsa resmi tarih ve resmi ideolojinin nihayet ezberi bozulmuştur.

Bir gecede yaratılmaya çalışılan tek tip toplum projesi uğruna akıtılan kan geç de olsa ortalığa sızmıştır.

En muhafazakârından, sosyalistine, liberaline kadar herkesin yüreğini sızlatan bu katliamın CHP seçmenince de vicdan temelli değerlendirildiğini düşünüyorum.

“Yeni CHP”nin eski tavrındaki ısrarı CHP’yi çatırdatır mı bilinmez. Ama bugünden itibaren tarihle yüzleşmek konusunda statükocu kalınamayacağı, güya “devletin bekası uğruna” halka zulüm yapılamayacağı teyidinin de yapılmış olduğu kanısındayım.

CHP bundan sonra ne yapar?

AKP’nin yarattığı bu gündemle çalkalanıp debelenir mi?

Ya da Dersim katliamı salt CHP’yi mi bağlar ve AKP katliamcıların siyasal genlerini de taşımakta mıdır?

Özür dilemekle asıl hedef Dersim seçmenini CHP ve BDP’den uzaklaştırmak, hatta AKP’li yapmak mıdır?

Dersimliler insan hak ve özgürlüklerini özümsemiş, insan-doğa-vicdan merkezli siyasi tercihlerini hak eden zeminlerde sürdürmeye devam edeceklerdir. Bu tercihleri hangi partide zemin bulur?

Şu an için açıkçası çok da merak etmiyorum.

AKP’nin ve dolayısıyla devletin ne yapacağı ya da ne yapması gerektiğiyle, kamuoyunun yıllar yılı resmi yalanlarla nasıl kandırıldığını görmesiyle daha çok ilgiliyim.

Anadolu’da bir söz vardır; “Söz ağızdan bir kez çıkar”.

Bu ülkenin Başbakanı "Devlet olarak özür diliyorum" dedi ve söz ağızdan çıktı. Artık, bu sözün gereğini yerine getirmek zamanıdır.

“Toplumsal mutabakat” deyimini çok seven AKP’nin son yıllarda ortaya koyduğu siyasi iradesi ile niyeti arasında ciddi çelişkiler bulunmaktadır.

Öyle ki; siyaseten sürekli bir takım açılımlar dillendirip bir iyi niyet beyanında bulunurken, iktidar olmanın kudretiyle bu niyeti siyasi iradeyle buluşturamamaktadır.

Düşünün ki yüzde 50 gibi ciddi bir oy potansiyeline sahipsiniz, ancak Kürt sorunu gibi yıllara mal olmuş, yakıcılığını koruyan bir konuda hala bahanelere sığınıyorsunuz. Hal böyleyken Dersim özrünüzde de bir samimiyetsizlik suçlaması ile karşı karşıya kalmanız kaçınılmaz olacaktır.

Siyaset, kurallarıyla yapılmalıdır.

Eğer 1934 yılında alınan TBMM kararları sonucu katliama varan bir sonuç yaşandıysa, dilenecek özrün öncelikli yeri yine TBMM olmalıdır.

Birçok konuda biçimciliği reddetsek de, bir özrün samimiyetinin, dileniş biçiminde gizli olduğunu da biliriz.

Dersim, Alman Başbakanı Willy Brandt’ın Varşova gettosunda diz çökerek Yahudiler'den dilediği tarihi özrün emsalini hak ediyor.

Bu aşamada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Seyit Rıza anıtının önüne gelip dileyeceği bir özür Kürt sorununda da yeni bir dönemin başlangıcı olabilir.

Bütün devlet arşivlerini, her satırını kamuoyuna açarak işe başlamalıdır AKP hükümeti. Meclis'te Dersim adının geri verilmesine itiraz edecek bir siyasi tavrın olacağını sanmıyorum.

Gerçek bir yüzleşme yaşanacaksa her şey usulüne uygun olmalıdır.

Tarihçileri de içine alan bir vicdan, hakikat kurulu oluşturulup, resmi tarihle uyutulmuş bütün hücrelerimiz gerekirse şoka sokulmalıdır.

Tüm bunların yapılabilmesinin önkoşulu ise artık o döneme ait dilin terk edilmesidir.

“Çapulcu, hain, ihanet” türü sözcüklerden arındırılmış yeni bir dile ihtiyaç vardır.

Bunun içinde o dönemi iyi tahlil etmek gerekmektedir.

Mustafa Kemal Sivas-Erzurum kongrelerini yapmadan önce dedem Alişer Efendi’nin desteğini almıştır. Bu destek için verilen sözler yine devletin arşivlerinde mevcuttur. Kurtuluş mücadelesinde desteğine ihtiyaç duyulan Alişer Efendi ne olmuştur da isyan bayrağı açmıştır? Yine elimizdeki mısralarından anladığımız kadarıyla (Mustafa Kemal’i kastederek) oyalandıklarını ve kandırıldıklarını yazma gereğini neden duymuştur?

“Sarı Paşa
Çetelerden sonra girip savaşa
Geçmiştir başa
Ankara’da otağına kurulup
Bizi oyalamakla
Başlamış işe”

Gerek Seyit Rıza’nın gerekse Alişer Efendi’nin bölgede hatırı sayılır varlıkları ve itibarları vardır.

Yaşamsal her şeye fazlasıyla sahiplerdir.

Alişer Efendi 1934 kararlarıyla devletin niyetini önceden sezmesine karşın, bir ihanet sonucu katlini engelleyememiştir.

Dersim katliamının gerçekleşmesinin önünü açan da Alişer Efendi ve kuvvetlerinin bu ihanetle beraber bertaraf edilmesidir.

İdeolojik aidiyetten uzak tarihçilerin, neden-sonuç ilişkisi üzerinden gerçeği ortaya koymalarına fırsat tanınmalıdır. Osmanlı’da da örnekleri bulunan ve Cumhuriyet'le birlikte ısrar edilen, ceberrut devlet anlayışına karşı bir direnişin ne denli meşru sayılabileceğine de yine tarihçiler karar vermelidir.

Zira bugün olduğu gibi dünde kimse piknik yapmak üzere dağa çıkmamıştır.

Bu kapsamda dedem Alişer Efendi’nin katledildiği gün ve 1958 yılında yine dönemin Demokrat Parti iktidarınca köyümüzdeki evimizden alınan dedeme ait yazılı dokümanın (yazışmalar, yazı, şiir, makale) ailemize iade edilmesi de niyet konusunda bir ivme olacaktır.

Yazının başında da belirttiğim gibi; tarihe mal olmuş bu yaşananlara dair bundan böyle zikredilecek her sözün hamasetten uzak olması gerekmektedir.

Ve bu devlet sadece Dersimle değil, yıllar yılı ötekileştirdiği tüm kesimlerle barışmak zorundadır.

Ama samimiyetle…

Henüz tanışmasak da, adının Rüstem olduğunu bildiğim Seyit Rıza’nın torunu adaşımın da, benim gibi öncelikli talebi gerçeğin su yüzüne çıkarılmasıdır. Devletin bu ayıptan bir an önce kurtulmasıdır…

Ama samimiyetle…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.