Ölüsü çok kadavrası yok memleket

Uludağ Üniversitesi Basın Bürosu’ndan gelen mailde; “İnsan vücudunu sadece modeller ve fotoğraflar üzerinden görmüş bir hekime muayene olmak, böyle bir cerrah tarafından ameliyat edilmek ister misiniz?” diye soruyordu.
Soru çarpıcıydı.
Mailin devamında 24 Ekim-31 Ekim tarihleri arasındaki “Ulusal Anatomi Haftası” kapsamında insan bedenini kadavra olarak bağışlama konusuna toplumsal duyarlılığı artırmaya çalışmak için bir bilgilendirme toplantısı yapılacağı yazıyordu.
Ziyadesiyle ilgimi çeken bir konu olduğu için ve henüz birkaç gün önce de Hindistan’ın Ganj Nehri kıyısındaki Varanasi kentinde ölülerini yakan Hinduları canlı yayında izlediğim için hemen not aldım toplantıyı.
Katıldığım toplantıda, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Selim Gürel, Anatomi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İhsaniye Coşkun ve Anatomi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve aynı zamanda Türk Anatomi ve Klinik Anatomi Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Şendemir, ‘beden bağışı’nın önemini anlattılar bizlere.
Toplantının yapıldığı Anatomi Uygulama Salonu kadavraların yatırıldığı tezgâhlarla doluydu. Tezgâh üstlerinde ise kadavralar değil, maket beden kesitleri vardı. Anatomi öğrencileri bu maketler üzerinde ders görüyorlardı.
Bu çocuklar tıp fakültesinden ilkokuldaki gibi maketlerle ders yaparak mı mezun olacaklardı? Gerçek anlamda doktor olabilmeleri için kadavra üzerinde çalışmaları gerekmiyor muydu? Bir bedene el sürmeden maket üzerinde çalışarak hiç doktor olunur muydu?
Prof. Dr. Erdoğan Şendemir’in belirttiği gibi 8-10 öğrenciye bir kadavra düşmeliydi. Oysa pek çok tıp fakültesinde 150-200 öğrenciye ancak “1” kadavra sunulabilmekteydi. Üstelik sadece tıp öğrencisinin değil, uzmanların eğitiminde de çok önemliydi kadavra.
Türkiye’de 90’a yakın tıp fakültesinin olduğunu ve her yıl 10 binden fazla tıp öğrencisinin ‘kadavrasız’ anatomi dersi gördüğünü düşünürsek, canımızı maketler üzerinde ders gören/göremeyen doktorlara emanet ettiğimiz gerçeğiyle yüzleşiriz ki; bu da hiç hoşumuza gitmez.
Muayenesi var, teşhisi var, tedavisi var, ameliyatı var…
Sonra da doktor hatasından doğan hatalar var. O hatalarla heba olan hayatlar var…
Kadavra sıkıntısı en çok ne zamanlarda çekilmez ve en büyük gelişmeler ne zamanlarda olur biliyor musunuz, savaşlarda. Ancak rıza dışı ve işkencevari yöntemlerle uygulanan bu deneyler tıp litaratürüne girmiyormuş.
Kadavra ithal ettiğimizi biliyor muydunuz?
Evet evet, yanlış duymadınız. Tanesi 120 bin liradan kadavra ithal ediyormuşuz ABD’den. Üstelik uzun bir yolculuk yaparak gelen kadavralar gerektiği kadar iş görmüyormuş. Çünkü gelene kadar pek çok özelliğini kaybediyormuş.
Yurt dışında beden bağışlama oranı binde bir imiş. Yani Türkiye’de oran bu olsa yılda 70-80 bin kadavra olarak düşünün. Gerçek rakam ise iki elin parmaklarına ulaşamıyormuş…
Neden sıcak bakmıyoruz?
Hem organ bağışına hem de beden bağışına sıcak bakmamamızın nedenleri var malum. Bunların en başında da dinî inanışlar geliyor. Gün gelip de rûz-i mahşerde ölü bedenler canlandığında bedenlerine eksiksiz kavuşmak istiyor olmalı insanlar. Savaşlarda ya da kazalarda uzuvlarını yitirenleri düşünün bir de. Onlar ne yapsın?
Bir de şöyle düşünün; Şendemir hocanın dediği gibi, o gün gelip de dünya yüzünde yaşamış sayılamayacak sayıdaki insanı canlandırabilen güç, canlandırdıklarının eksiğini mi tamamlayamayacak?
Diyanetin bu konuya destek vermesi elzem…
Sıcak bakılmamasının bir nedeni de “yerine yerleştirmek” meselesi. Vade dolup ölüm gerçekleşince ölü beden ‘yerine’, yani toprağa verilmeyince, toprağa verilişinin ardından 7’sinde, 40’ında, 52’sinde dualar edilmeyince, kabrine gidilip çiçekler ekilmeyince, toprak sulanmayıp, mezar taşı dikilmeyince vefat edenin yakınlarında bir boşluk oluşuyor olmalı. Hem; elalem ne der?
Ölü bedenin ruhunun ne bu tarafta, ne öte tarafta, yani ortada kalmış olduğu düşünülüp acı çektiği de varsayılıyor olabilir.
Bir de; naaş kadavra olursa incelemeler yapılırken sanki canı yanar, soğuk ve karanlık toprağa bırakılıp gidilince ise hiç canı yanmaz diye düşünüyor insan, değil mi?
Öldükten sonra bedenime neler olacak?
Toplantının konusu anatomi ve kadavra olunca, toplantıdan geldikten sonra ‘öldükten sonra bedenime neler olacak?’ diye sordum Google’a, o da anlattı ince ince.
“Ortalama 4 yıl sonra iskeletsin” dedi önce çat diye yüzüme.
O zamana kadar neler olacak, öldükten hemen sonra ve ilerleyen zamanlarda hangi evrelerden geçeceğim dedim.
Öldükten yaklaşık 30 dakika içerisinde, vücutta refleks diye bir şey kalmıyormuş mesela.
Devamını Google anlatsın:
“Gevşeyen kaslar dolayısıyla ağız ve göz kapakları açık kalıyor. Boşaltım sistemi tamamen gevşiyor, idrar ve sperm akıntısı oluşuyor.
Ölümden itibaren ortalama 10 saat içerisinde vücut kaskatı oluyor. Adrenalin salgılanılan bir anda; yani heyecanlı veya mücadele verildiği sırada ölüm gerçekleşmişse, vücut aynı anda katılaşmaya başlıyor. Savaşta ölen insanların vuruldukları şekilde katılaşmaları da bu yüzden oluyor.
Ölüm anından sonra ceset, her saat ortalama 1 derece soğuyor. Kiloluların iç organları daha geç soğuyor. Çocukların ve zayıfların vücudu ortalamadan daha çabuk soğuyor.
Ölümün gerçekleşmesinden 24 saat sonra vücut çürümeye başlıyor. Solunumun durması bakteriler için işaret oluyor ve çalışmaya başlıyorlar. İlk çürüyen organlar ise göz, beyin, mide ve bağırsaklar. Ceset şişman ise daha çabuk çürürken, bebekler ve tuzlu suda boğulanlar daha geç çürüyor. En geç çürüyen kısımlar ise kalp, mesane, böbrek ve rahim. Rahmin çürümesi aylarca sürüyor.
İlk çürüyen yer olan mide ve bağırsaklarda bakteriler yoğun çalıştıkları için hızla gaz ortaya çıkıyor. Bu gaz, karın bölgesinin şişmesine sebep oluyor. Derinin üstü yanık gibi su toplarken, vücutta biriken sülfür yüzünden renk siyaha dönmeye başlıyor.
Derinin çekilmesi ve çürüme yüzünden tırnaklar ortaya çıktığı için uzadı sanılıyor. Vücudun ölmesiyle birlikte tüm eylemler bittiği için tırnak ve saç uzaması söz konusu değil.
Mezardan gelen sesler çürüme sürecinin bir sonucu. Günden güne şişen karın patlıyor ve göğüs çöküyor. Bu olay mezar üstünden duyulabilecek kadar sesli olabiliyor.
Kasların kemiklerden sıyrılıp dökülmeye başlama zamanı kırkıncı güne rastladığı için, halk arasında ızdırabın azalması inancıyla hayır amaçlı yemek veriliyor.
Vücut çürürken tam bir takım çalışması yapılıyor. Bakteriler içten yok ederken, dışarıdan da et sineği göze ve burna larva bırakıyor. Bu sinekler yiyecekleri bitene kadar burada kalıyor ve ölüyor. Daha sonra ölen bu sinekleri yemek için başka böcekler geliyor. Geriye kemikler kalana kadar bu istila devam ediyor.”
Yakılmaya ne dersiniz?
Öldükten sonra bazıları toprağa gömülmek istemiyor. Krematoryumda yakılarak küle dönüşmek isteyenler de var, Hindistan’daki gibi geleneksel yakma töreni ile küle dönüşenler de.
Yazının başında bahsettiğim canlı yayını yapan Özge Ersu izleyicilerine yakma töreni hakkında epey detaylı bilgiler vermişti yayın boyu. Yanan bedenlerin alev alev görüntüleri bazen dumanda boğuluyordu. Dinlediğimiz detaylarda en iyi yanmanın nasıl sağlandığını, yanan bedenlerin kemiklerine sopalarla vurularak hepsinin yanmasının sağlandığını, vücuttaki en son eriyen kemiğin bel kemiği olduğunu ve Ganj’da tam olarak yanmamış beden parçalarının yüzdüğünü de öğrenmiştik, yakma yerlerinin yanında yeni yeni alışılmaya başlayan kornea alım merkezlerinin olduğunu da. (Canlı yayın kaydını izlemek için tıklayın🙂
Yayını izlerken insan o karede kendini düşünüyor elbet;
Öldükten sonra bu şekilde yakılmak ister miyim, ya da sevdiklerimi bu şekilde yakabilir miyim?

Yakılmak kolay da; yakmak, işte zor olan o…

Peki ya nereden bulunacak bu kadar kadavra?
Hindistan’ın böyle bir sorunu var mı bilmem ama bizim var.
Eskiden kadavra olarak en çok kimsesiz ölüler kullanılıyormuş, şimdi ise artık hiçbir şey eskisi gibi değilmiş. Savcılık ve belediyeler kendileriyle bu konuda işbirliğine gereken hassasiyeti göstermiyorlarmış.
Konunun bir de hukukî yanı var; kişi yaşarken bedenini bağışlamış dahi olsa vefatın gerçekleşmesinin ardından naaş yakınları bu anlaşmaya uymayabiliyorlarmış. Oysa kişinin bağışı esas alınmalı diyor Prof. Dr. Erdoğan Şendemir.
Naaşı bir an önce ‘yerine yerleştirmek’ yerine ölen kişinin son arzusuna saygı gösterilmeli derim ben de.
Nasıl bağış yapacağız?
Bağışçılar üniversitelerin anatomi birimlerine başvurup, tanıklar huzurunda form dolduruyorlar. Bağışçı, bedeninin kullanılma süresini kendisi belirliyor. Kişi, Türkiye’nin neresinde vefat ederse etsin ilgili anatomi birimi tarafından teslim alınıyor ve bozulmaması için ilaçlanıyor. Bağışçının kullanım için verdiği süre dolduktan sonra yine bağışçının isteğine göre kadavraya işlem yapılıyor ve dini vecibeleri yerine getirilerek vasiyet ettiği yerde toprağa veriliyor.
14805445_10154583484148361_1201145837_n
Kadavradan korkan var mı?
Bu konular konuşulurken ben bir yandan da öğrencilerle sohbet ettim.
İlk gördüklerinde kadavradan korkmuşlar mıydı mesela?
“Korkacağımı, hatta bayılacağımı düşünmüştüm ama hiç tahmin ettiğim gibi olmadı” diye cevaplıyor öğrencilerden birisi. Konuşmalarımıza kulak misafiri olan Anatomi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İhsaniye Coşkun da, ’30 yıllık eğitim hayatımda sadece iki kişinin bayıldığına şahit oldum’ diyor.
Ve ekliyor: “Bu bölümde öğrencilerimize verdiğimizi ilk ders: Kadavraya saygı”.
“Öğrenciler ilk derste bedene, insana ve yaşanmış yıllara saygıyı öğreniyorlar.”
Doktorların bağış yapma oranı nedir?
Doktorları dinlerken ve öğrencileri gözlerken aklıma bu soru geldi haliyle. Sıkıntının büyüklüğünü en iyi bilen kişiler olarak onlar bedenlerini kadavra olarak bağışlamışlar mıydı?
‘Henüz değil’ diye cevaplıyor Erdoğan Şendemir. Genellikle bağış yapma yaşı 70’ten sonra oluyormuş. ‘Genciz daha’ diyor. Haksız da değil.
Lakin ölüm gence yaşlıya bakmıyor…
Bağışçı olmanın erdemi
* 2012 yılında yaşamını yitiren ve bedenini kadavra olması için bağışlayarak 400 öğrencinin eğitimine katkıda bulunan gazeteci Yaşar Sezginer, vefatının üzerinden geçen iki yılın ardından Ege Üniversitesi Anatomi Ana Bilim Dalı tarafından kadavraya saygı ve teslim töreni ile tıp öğrencilerinin omuzlarında İstanbul’a uğurlanmış.
* Kendini bağışlayanlardan biri de Adli Psikiyatri Uzmanı Doç Dr. Kriton Dinçmen.
* Anatomi profesörü Yakup Tuna ona keza.
* Orkestra şefi ve Devlet Sanatçısı Hikmet Şimşek.
* Ve bir bilinen isim daha: Seyfi Dursunoğlu. Nam-ı diğer Huysuz Virjin.
İnsanlığa öldükten sonra dahi hizmet edebilmek bir erdem değildir de nedir?
****
Basın toplantısının ardından yıllardır bir türlü içime sindiremediğim ‘öldükten sonra yapılacaklar’ gelenekleri yerini, ‘öldükten sonra yapılacaklar’ vasiyetine bıraktı.
Olur da ölüm beni bugünlerde yakalamazsa 70’imi geçince ben de bedenimi bağışlayacağım.
Olur da yakalarsa, bu da benim buradan vasiyetim olsun…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.