Ne testi kırılsın, ne yas tutulsun…

Kâh doğal, kâh insan eliyle gelen felaketler tarihin her döneminde olduğu gibi bizim dönemimizde de yaşanmaya devam ediyor.
Doğaya edilen her kötü muamele geri dönüşümünü afet olarak veriyor. Kesilen ağaçlar, doldurulan denizler, daha çok enerji elde etmek için yatağı değiştirilen dereler, sondaj sondaj üzerine yapılıp, kazma kazma üzerine vurularak köstebek yuvasına döndürülen topraklar.
Bu sayede de bütün işlere neye mal olacağını hesap etmeden girişen kurnaz insanoğlunun başı beladan kurtulmuyor.
Dünya hâlâ canlı ve biz burnumuzu sokmadığımız kadar doğanın kendince bir dengesi var.
Ve bu denge içinde zaman zaman yeryüzü şekil değiştiriyor, havada bulutlar, denizde dalgalar, karada dağlar birbirine geçiyor.
Bunların üzerine büyük marifetimiz olan küresel ısınmayı eklersek, atmosfer hareketleri ile okyanus akıntısı hareketleri bir araya geliyor, kutuplarda eriyen buzulların suları da bunlara katılıyor. Ondan sonra olan ise ya yoğunlaşmayı beceremeyip de yağamayan ya da zıvanadan çıkmış gibi yağan yağmurlar, kopan fırtınalar, korkunç kasırgalar…
Yağamayan yağmurlar kuraklık ve kıtlık getirirken, haddinden fazla yağan yağmurlar önüne ne bulduysa katıp götüren azgın su taşkınları yaratıyor.
İki durum da can ve mal kaybıyla sonuçlanıyor.
Toplu ölümler karşısında derin üzüntü ve acı ile yas tutuyoruz. Yüzümüz gülmüyor, canımız ‘yaşamak dahi’ istemiyor.
Fakat 3-5 gün sonra acıları arkamızda bırakıp ileriye doğru yürümeye devam ediyoruz. Unutmuyoruz ama orada da takılıp kalmıyoruz.
Biliyoruz ki marifet ‘yas’tan ziyade böyle felaketlere mahal vermeyecek önlemleri almakta.
Nasreddin Hoca’nın çeşmeye yolladığı oğluna testi kırılmasın diye aşkettiği tokatı hatırlayın. Kırıldıktan sonra eşek sudan gelinceye dek dövsen de çaresi yok. İş, tedbiri başında alıp testiyi kırmamakta.
Bizler acılar içinde sağımıza solumuza bakmak istemezken ciddi derecede sekteye uğrayan bir sektöre dikkat çekmek isterim.
Felaketler sonrası sesçisinden ışıkçısına, makyözünden terzisine, menajerinden müzisyenine dev bir ordunun ekmek kapısı geçici de olsa kapanıyor. Daha önceden planlanan cemiyetler devam etse de özel konserler erteleniyor, eğlence mekânları kapılarına kilit vuruyor.
Büyük felaketlerde ilk hesap sanatçılara kesiliyor ve ilk iş kaybını onlar ve arkalarındaki ordu yaşıyor.
Haliyle insanın içinden gelmeyince kalkıp ‘eller havaya’ davranamıyor.
Yaşamak için neşenin ve moralin elzem olduğunu bilenler ise acılarını içlerinde saklayıp günlük hayatın gereklerini aksatmıyor.
Kişi işine gidip çalışmaya nasıl devam edebiliyorsa, zaman zaman eğlenmeye de gitmek istiyor.
Bu yüzden acımasızca yargılanmak istemiyor.
Acılı insanlar da acılarına saygısızlık edilircesine eğlencenin gözlerine sokulmasını istemiyor…
Hayatta mutluluk nasıl sürekli olamıyorsa acılar da sürekli olmuyor.
İnsan kendisine şaşırsa dahi, doğanın kendini koruma ve devamlılığını sağlama mekanizması olsa gerek, en derin acılar içindeyken bile gülümseyebiliyor.
Acılar ne 7’nin, ne 40’ın ne de 52’nin ardından son buluyor.
Lâkin hayat acının kalbindeki insan için dahi durmaksızın devam ediyor…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.