Gölyazı’da tarihin nefesini ensenizde hissedersiniz…

Geçtiğimiz hafta Gölyazı’ya giderek gölün tatsız hallerini sosyal medyada paylaşan bir arkadaşımın paylaştığı fotoğrafları görünce, Mart ayında gidip gezdiğim ve sıra bulup da anlatamadığım Gölyazı öyküsünü anlatmak artık farz oldu dedim.
Bursa’nın batı istikametindeki son köyü olan Gölyazı’daki 19’ncu Yüzyıla ait Aziz Panteleimon Kilisesi, Nilüfer Belediyesi tarafından restore edilerek Kültür Merkezi olarak hizmete sunulmuş ve 2010 yılından beri hizmet veren merkezin yanındaki iki katlı Göl Yazıevi de o gün kapısını yazı sevdalısı edebiyatçılara açmıştı.
Eski halini internette gördüğüm köyün girişindeki kilise, o harabe görüntüsünü üzerinden atmış ve tüm ihtişamıyla karşımda duruyordu. Merdivenlerinden duvarlarına kadar her şey mümkün olduğunca aslına uygun yenilenmiş kilise, özellikle hafta sonları akın akın gelen turistleri sanki köyün girişinde karşılayan bir ev sahibi gibi görünüyordu.
Kilise ayrı güzeldi ama ben en çok Yazıevi’ni merak ediyordum. Elbette ki evi ince ince gezerek o merakımı da giderdim.
İki katlı bu şirin evin üst katında iki oda, mutfak, banyo ve tuvalet mevcut. Klimayla ısıtılan/soğutulan evin, yazarın kaldığı odası göl manzaralı. Lâf aramızda; yazmak için ‘kaçmak’ isteyenlerin yapmaları gereken tek şey belediyeye başvurmak…
Evi dolaşırken yazmak için bir yere kaçmayı ve orada kalarak yazmayı hayal ettim kendimce. Yazarın odasına kapıdan bir göz attıktan sonra konuk odasına geçip masanın önündeki sandalyeye oturdum. Göl, pencereden az da olsa görünüyordu. Masada birşeyler yazacakmışım gibi durdum biraz. Önümdeki deftere bir şeyler karaladım. Klavyede yazmaya başladığımdan beri bozulan yazımda ne yazdığımı kendim dahi okuyamadım.
Bir an odadaki sükûnete daldım. Yazmaya başladığımda bu alemden kopup başka bir aleme geçsem de, ortamın yazmaya olan etkisinin yadsınamazlığına bir kez daha inandım.
****
Huzur sunan Göl Yazı Evi’nden ayrılarak hazır gelmişken Gölyazı Mahallesi’ni şöyle bir dolaşalım istedim. O gün hava puslu ve biraz da soğuk, buna rağmen Gölyazı yine kalabalıktı.
Özellikle de fotoğrafçılar için bulunmaz bir nimet olan Gölyazı’ya eline fotoğraf makinesini kapan gelmiş ve hepsi en güzel kareyi yakalama peşindeydi.
Bunun için çok uğraşmaya da gerek yoktu aslında, başınızı döndürdüğünüz her yer adeta yağlı boya bir tabloydu.
Böyle güzel bir yer olur da efsanesi olmaz mı?
Efsaneye göre Bandırma’dan Marmara’ya dökülen Odryes Çayı’nın olduğu yerde Melde Krallığı kuruluymuş. Uluabat Gölü’nün olduğu yerde de Apollonia Krallığı. Melde Kralı, Apollonia Kralı’nın kızını oğluna istemiş. Kız prensi istememiş ve evlenmemiş. Apollonia Kralı da kızını korumak için bir tepe üzerine saray yaptırarak kızını buraya saklamış. Buna kızan Melde Kralı, Odryes Çayı’nınn yatağını değiştirip Apollonia Krallığı’na yönelterek topraklarının su altında kalmasını sağlamış. Sular Apollonia’da yükselmeye başlayınca kralın kızının kaldığı tepe su üzerinde kalarak bir adaya dönüşmüş. Uluabat Gölü de böyle oluşmuş.
Köydeki meşhur Ağlayan Çınar’ın öyküsü ise daha da yürek yakıcı
Mübadele döneminde(1924) Selanik Türkleri ile yer değiştiren Rum ahalisinin güzel kızlarından Eleni, köyün müslüman delikanlısı Mehmet ile sevdalıdır. Lakin mübadele esnasında sevdiğinden ayrılmak istemeyen Mehmet, Eleni’nin ağabeyi tarafından hançerlenerek sürüne sürüne Eleni ile buluştukları çınarın dibine gelip kanlar içinde yere yığılır. Haberi alan Eleni bir fırsatını bulup kafileden ayrılır, çınara koşup da sevdiğini ölmüş görünce kendisini çınara asarak canına kıyar.
O gün bugündür çınar bu kanlı sevdaya hiç durmadan ağlar.
Efsaneleri bırakıp coğrafyaya gelecek olursak;
Apolyont(Uluabat) Gölü’nün deniz seviyesinden yüksekliği 9 metre. Mustafakemalpaşa Çayı’ndan besleniyor ve Uluabat Deresi ile Susurluk Nehri’ne karışıyor. En derin yeri 4 metre civarında, genelinde ise 1-2 metreyi geçmiyor. Doğu-batı yönünde uzunluğu 23-24 km., genişliği ise 12 km. 136 km² yüzölçümlü gölde yağışlardan sonra kabarma ve çukur yerlere taşkınlar olduğunda gölün yüzölçümü 160 km² yi geçiyor.
Hem bu sene yeterince yağış olmamasından, hem Uluabat Deresi’nin açık olmasından, hem de Çınarcık Barajı kapaklarının kapalılığından dolayı o gün epey çekilmiş bulduğumuz göl; kirli beyaz, bozarık bir renge sahip. Kışın yükselen sular köprünün seviyesini geçip yarımadayı adaya dönüştürüyor ve ada kış dönemlerinde mahrumiyet bölgesi olabiliyormuş.
 
Gölden avlanan balıklar köylünün ana geçim kaynağı
Balık pazarında konuştuğumuz balıkçıların tezgâhlarında gölden çıkan her çeşit balık su dolu kaplarda yüzmekte. Bir leğen dolusu canlı kerevit haşlanmayı beklerken, bazıları da firar etme gayretinde. Benim kerevitlerle ilgilendiğimi gören balıkçı “Denizin karidesindense gölün kereviti daha hafiftir” diyor ve haşlanmışlardan birisini kırıveriyor elleriyle. Bir çırpıda ayıklayıp çıkartıyor içindeki eti. Bir lokmada ağzımda eriyen minicik etin lezzeti benim için nefis. Zavallı kerevit ise bu ete sahip olmakla ne kadar da talihsiz……
Çocukluğumun anılarında taptaze duran 3-4 metre uzunluğundaki yayın balıklarını soruyorum balıkçıya. “Yayın gürültüden kaçar. Balıkçılar eskiden kürekle ya da yelkenle çıkarlardı ava. Kayıklara takılan motorların sesi yayınları Mustafakemalpaşa Deresi’ndeki sazlık kuytulara kaçırdı. Oralarda yaşıyorlar. Gölde de henüz belli büyüklüğe erişmemiş balıklar avlanıyor. Bu da yanlış” diyor.
Sular yüksek olmadığı için köprünün altından yürüyerek geçebiliyoruz. Genç bir delikanlı sandal turu teklif ediyor. Yarımadanın etrafını dolaşıp gelmek 20 liraymış. Gölün rengi, havanın esintisi ve belleğimde taze kalmış bir sandal faciası tekne turunu reddetmem için yeterli. Biz gölde tur yapmasak da gelen turistlere böyle bir hizmet var ve epey de rağbet görüyor.
Tekne turu yerine yürüyerek atıyoruz turumuzu
Yürümeye başladığımız yerde, çarşının bir ucunda tezgâh açmış kadınları görüyoruz. Evinde oturan, kahvenin önünden geçmesi dahi yasak olan kadınlar, salçalarını reçellerini almışlar, ellerinin hamuruyla çıkmışlar sokağa. Sohbet ettiğimiz kadınlardan birisi Gölyazı Kadın Dayanışma Derneği Başkanı Leyla Demirdöğen imiş. O ve arkadaşları bu ‘evden çıkış’tan çok memnunlar.
Kocalarının kendilerine getirdikleri yasaklar artık delinmiş. Kendi paralarını kazanmaya ve kocalarına el açmamaya başlamışlar. Lakin yer konusunda sıkıntıları var. Kendilerine verilen sözlerin tutulmadığından, sağlıklı şartlarda yaşamadıklarından yakınıyorlar. En insanî ihtiyaçları olan tuvalet için kendilerine özel bir alanları yok. Suları yok. Ya evlerine gidecekler ya da kahvelerin önünden geçerek yakındaki caminin genel tuvaletine.
Tezgâh açtıkları yer de belli bir nizamda değil. Dağınık ve düzensiz. Pişirdikleri gözlemeleri elden de servis ediyorlar, tezgâhın arkasına attıkları birkaç masaya da. Masalar yetersiz ve görmek istenmeyen her ne varsa göz önünde…
 
Yarımadanın etrafında yürümeye devam ediyoruz
İçinde 200 yıllık Rum evleri barındıran mübadele köyünün Cumhuriyet öncesindeki ahalisinin % 90’ı Rum, geri kalanı müslüman imiş. Köyde bir de Aya Konstantin Kilisesi ve Antik Tiyatro varmış.
Bir zamanlar köyü çevreleyen surlar yer yer yıkılmış, pek çoğu da evlere duvar olmuş. Kocaman kesme taş bloklar üzerine, altındaki tarihe ihanet edercesine zevksiz, özensiz ve pejmürde binalar kondurulmuş.
Tonlarca ağırlıktaki bu kesme taşlar o günün şartlarında nasıl oldu da yüksek surlar haline getirildi diye de düşünmeden geçemiyor insan. Ve o günün şartlarıyla oluşmuş muhteşemliğin üzerine bugünün şartlarıyla yapılanlara çok daha fazla şaşırıyor.
Bir evin taş duvarları arasına gömülü taş bir halka çarpıyor gözüme. Eski dönemlerde yapılan deniz ticaretinin büyük gemileri buraya bağlanıyordu herhalde diye düşünüyorum. Sahildeki kayığının içinde temizlik yapmakta olan köyün yerlisi balıkçıya soruyorum. Beni teyid ediyor.
Bu arada, gölün yükseldiği zamanlara önlem olarak sahildeki evlerin hepsi 4-5 metrelik duvarların üzerinde yükseliyor.
Köyün geçimi temel olarak balıkçılıkla sağlanıyor. Göl kenarı rengarenk sandallarla dolu. Kıyıda ağlar öbek öbek. Balık temizleyenler temizledikleri balığı yine gölde yıkıyorlar.
Çarşıdaki sohbetimizde “Köyler mahalle olunca artık hayvan besleyemeyeceksiniz” dediğim kadınların, “Biz zaten beslemiyoruz, bizimkiler gölde” cevapladıklarını hatırlayıp gülümsüyorum.
Lâkin çevredeki yerleşim yerlerinin ve fabrikaların atıklarıyla olsun, tarım ilaçlarıyla olsun gittikçe kirlenen gölde korkarım ki kısa zaman içerisinde balıkçılık da yitip gidecek.
Gölyazı halkı balıkçılığın yanında zeytincilik de yapıyor
Evlerin bahçelerine olsun, kapı önlerinde olsun bana hiç yabancı gelmeyen zeytin seleleri görüyorum. Burnuma beni çocukluğuma döndüren salamura kokusu geliyor.
Nostaljik duygulardan kurtulup gerçek dünyaya dönüyorum ve göle akan kirli sularla yüzleşiyorum.
Göl yükselince yarısı suda kalan ağaçların kuru dallarına takılmış naylon poşetler görüyorum. Sahil kırılmış şişelerin cam kırıklarıyla dolu. Evlere çıkan merdivenler, merdiven altları, bahçeler, balkonlar, kapı önleri hep bir görsel kirlilik içersinde. Arada aslına sadık kalınarak yenilenen evler olsa da geri kalan beton binalarda herkes kafasına göre çıkmış katını.
Tablo gibi bir köye derme çatma yapılan o yapılar ne geçmişe, ne de bugüne layık…
Kendi kendime bunları düşünüp yürürken caminin arkasında ellerinde çarşaf çarşaf planlarla dolaşan gençlerle karşılaşınca öğrenci olduklarını düşünüp soruyorum. “Arkeoloji mi, mimari mi?”
“Mimari” diyorlar. “Mezun olduğunuzda ilk işiniz bu görsel kirliliğe son vermek olsun” diyorum. Onlar da aynı fikirde.
Öğrenciler de bize kalıntılardaki yazıyı görüp görmediğimizi soruyorlar. ‘Görmedik’ deyince, caminin hemen yanındaki bir arayı tarif ediyorlar. Az önce önünden geçmiştik de, dikkatimizi çekecek ne bir levha, ne bir tarif görmemiştik. Hemen arkaya dolanıp yazılı taşları buluyoruz. Meydandaki kule üzerindeki Bukranion Frizi’nin Apollon Tapınağı’na veya Hadrian Kapısı’na ait olduğu düşünülmekte imiş. Frizdeki yazıtta şu ifadeler yer alıyor:
AUSTOSQEOU.. /..OSQEOUNE.. /..THIPOLEIKA…
Bu kalıntıyı görünce (ne yazdığını anlamasak da) köyün kalbi buradaymış diyoruz…
Göldeki kuş çeşitliliği dikkat(!) çekici
Köy, kuşların göç yolu üzerinde ve kuş zenginliği ile 1994 yılında Uluslararası Ramsar sözleşmesi ile koruma altına alınmış. Fakat biz oralardayken ortada kuş cinsinden görünen pek kimse yoktu. Tek tük oraya buraya tüneyen kuşlar ve sahildeki çer çöpün içinde gözüme çarpan bolca kuş tüyü. Avcılar sebebiyle mi, yoksa doğal yoldan bir ölümle mi karıştı o tüyler çöplerin içine bilmem.
Bildiğim, doğal hayata çok müdahil olmayıp akışına bırakmak…
Günün sonu ve demli çay
Yürüyüşün yorgunluğunu demli çay eşliğinde atarken, konuştuğumuz herkese sorduğum “belediyeden mahalleye dönüşme” konusunu ortak bir cevapla, “Biz Bozbey’i kişi olarak seviyoruz ama Bursa’ya bağlı olmak istemiyoruz. Kendi belediyemiz olsun istiyoruz.” dedikleri sonucu çıkıyor.
Bakalım bu yasa ile eski köye gelen yeni adetin sonuçları ne olacak.
Bu oluşuma karşı gelenler mi pişman olacak, yoksa hemen benimseyenler mi?
Yaşayıp göreceğiz……
Umarım yıllardır kendi haline gelişen(!) köye bir çeki düzen ve nizam gelir, görsel dağınıklığa bir son verilir.
Yerlerde sürünen zeytincilik ve sona ermek üzere olan balıkçılıktan sonra turizm de yitip gitmez.
Gelen turistin iki tane gözleme için geldiğini zanneden zihniyet bilmeli ki turistin gözleme yeme isteği evinde gözleme yiyemediğinden değil, yediği yerin özelliğinden.
Evinden kalkıp gelen kişi o özelliği geldiği yerde bulamazsa tutar evde hamurunu, açar bir güzel elleriyle, kendisi pişirir, demler yanına da çayını, sonra da afiyetle yer.
Turist bekleyen gözlemecilere de gerçekten ‘beklemek’ düşer.
Malum, bindiğimiz dalı kesmek atalarımızdan kalan kötü bir mirastır bize.
Ama artık elimizdeki ağaçları dallandırıp budaklandırsak da hep birlikte nimetlerinden faydalansak diyorum.
Ve mümkünse burnumuzun dibindeki bu doğa harikasının kıymetini önce içinde yaşayanlara, sonra da ziyaretçilerine iyice bir anlatsak…
Gölyazı fotoğraf albümü için tıklayınız:
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.