Karmakarışık

Dünya karışık, bizim kafalarımız dünyadan çok daha karışık.
Yaşananları bilirkişiler farklı yorumluyor, sokaktaki vatandaşlar farklı. Doğruları kim söylüyor, kim haklı-kim haksız, kimin lâfına güvenip kime inanacağız anlamış değiliz.
Okuduklarımız bir yanda, gördüklerimiz diğer bir yanda. Bu olayların içyüzünün zaman içinde ortaya çıkacağını bilmenin verdiği güvensizlikse bambaşka bir yanda.
Bilmem kaçıncı dünya savaşı koptu kopacak. Birilerinin canı ‘savaşçılık’ oynamak istedi sanki. Cici oyuncaklarını dosta düşmana göstermek istedi. Uçaklar, gemiler, tanklar, tüfekler saklandıkları yerlerden çıktı. Kullanılmaya başlandı.
Bu savaşı kimler neden destekliyor, kimler neden karşı, kimlerin tekerine çomak sokuldu, kimlerin düz giden işleri ters edildi? Savaş açılan ülke yeterince demokratik mi bulunmadı, yoksa yeterince itaatkâr mı?
Ya o ülkenin başındaki kişi. O neyi korumak için direniyor? Kendi gücünü mü, yoksa başında olduğu ülkenin insanlarını mı? İsyancılarla içeride, diğerleriyle dışarıda baş etmeye çalışırken gerçekten korumaya çalıştığı nedir?
Ne yaparsa yapsın herkes yaşadığı coğrafyanın bedelini ödüyor demek ki. Zenginlikler kapanın elinde kalıyor. Kim daha önce gelirse o sahipleniyor ve bir başkasına kaptırmak istemiyor. Gücünü korumak adına her şeyi ve herkesi acımasızca kullanabiliyor.
Gücün el değiştirme merasimiyse epeyce kanlı oluyor.
Bu hesaplaşmada kanı akan, canı yanan her zamanki gibi masum halk.
Anneler-babalar, çocuklar, gençler, yaşlılar. Ezilen hep onlar. ‘Genellikle’ paçalarını kurtaranlarsa halktan kendini soyutlayanlar.
Onlar Kuzey Afrika sahillerinde kıran kırana bir savaşa tutuşadursunlar, Japonya sahillerinde tsunaminin etkisiyle kontrolden çıkan nükleer reaktörler dünyayı toptan bir felaketin sınırlarında dolaştırmakta. Eğer ki bu haberler doğruysa o reaktörlerin yaratacağı felaketin boyutu belki de ortada ne bir savaş bırakacak, ne de uğurdan savaşılacak tek bir değer. Belki de herkesin can derdine düştüğü o gün herkes eşitlenecek, her şey sıfırlanacak, hayatta kalanlar için bambaşka bir hayat yeniden başlayacak.
Bu bahaneyle buralarda kurulmak istenen nükleer santraller de bir kez daha sorgulanmaya başlandı. Bilenler zaten biliyordu ve buna karşı duruyordu.
Bilmeyenler için de güzel bir ders oldu. Bilip de bilmezden gelenler içinse değişen pek bir şey yok.
Bu arada;
Libya’daki ateş Suriye’ye de sıçradı. Baas Partisi genel binası ateşe verildi.
Gündeme sürekli yeni haberler düşmekte.
Dünya tam bir kaynayan kazan sanki. Dokunanın yandığı, kıyısında dolaşanın içine çekildiği ateşten bir girdap o kazanda dönüp durmakta.
Dünyada bunlar olurken, ülkemizdeki kadın cinayetleri de hız kesmeden yoluna devam etmekte. Adeta bir cinskırım yaşanmakta. Sudan bahanelerle kadınlar katledilmeye devam ediyor. Bu katliama ‘Dur!’ diyecek kimse yok. Durduran yok.
Gemi azıya almış, çılgınca koşturan, kana susamış ruhsuz canlılar var.
Okuduğum bir makalede Profesör Günter Blobel’e göre bütün canlılarda bir ‘vahşet geni’,  ayrıca beyinlerinde de bir saldırganlık merkezi bulunduğunu öğreniyorum. Zulüm merkezine verilen ışınla bu
merkez aktif hale geliyor, ışın kesilince de eski sakinliğe geri dönülüyormuş.
Birileri bir yerlerden insanlara sürekli böyle bir ışın mı veriyor acaba? Hani çocuklar insanlara lazer oyuncaklarıyla şaka yaparlar ya. O misal…
Bu cinayetlerin arasına, tepesi attığında kadınlarının bacaklarına dahi sıktırmaktan zerre kadar çekinmeyen adamın uğradığı silahlı saldırı olayı da karıştı. Bir yanda ‘Neden vuruldu, kim yaptı, kime yaptırdı?’ diye sorularla insanlar meşgul edilirken,  diğer yanda hayatındaki kadınlar da gazetelerde sergilenmekte. Kameralar sürekli peşlerinde. Pek çok kişide aleni bir aşağılama yaratsa da, birçoğunda içten içe gizli bir özenç barındıran bu durumun görüntüsü medya için oldukça ilgi çekici.
Kadınlarından bazıları yaralının kendisine yakın olmak için hastanede oda tutmuşlar diye okuyorum. Orası bir otel mi diye geçiyor aklımdan hemen. Ya hastaneye acilen yatması gereken bir hasta gelirse, ya ona ‘odamız yok’ derlerse. Yok canım, demezler herhalde. Vardır elbet bir bildikleri.
Her şeyin bize gösterilen yüzünün dışında farklı bir yüzü olduğunu biliyoruz artık.
Karşıdan görünen görüntünün içine girildiğinde bambaşka bir dünyayla karşılaşılabiliyor. İyi ya da kötü her şey tam tersi olabiliyor.
Yazılmayanları okumak, söylenmeyenleri duymak da bir maharet olmalı.
Eskiden de hayat bu kadar hızlı mı akıyordu bilmem ama şimdilerde gündem o kadar hızlı değişiyor ki, çok kısa bir zaman önce yaşanan, üzerinde konuşulan ne varsa bu hızlı akış içerisinde gerilerde kalıveriyor. ‘Geçmiş’ oluyor. Geçmişte kalıyor.
Unutuluyor.
Bu kadar çabuk unutacağımız her şey için birbirimizi acımasızca parçalıyoruz, kırıyoruz, döküyoruz. Tırnaklarımız dışarıda her an saldırmaya hazır bekliyoruz. Bunlarla besleniyoruz. Kavgasız, gürültüsüz ve düzenli yaşamayı beceremiyoruz. Hepimiz bir tatlı huzuru özlüyoruz da, huzuru sağlayan her ne varsa görmezden geliyoruz.
Tüm bu olumsuzluklar içerisinde Vakıfbank Güneş Sigorta Bayan Voleybol Takımımızın Avrupa Şampiyonu olduğu haberi geliyor.
İşte bu haberle de çok gururlanıyoruz…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.