Farklı pencereler

Hepimiz dışarıya başka başka pencerelerden bakan aynı evin sakinleriyiz gibi gelmez mi size de?
Kimimiz pencereden yarı belimize kadar sarkmışız, kimimiz de perdenin arkasından sessiz sedasız bakınıyoruz. Kimimiz aşağıya, kimimiz yukarıya dikmişiz gözümüzü. Kimimiz dümdüz ileriye odaklanmış, kimimizse aheste aheste sağa-sola gezdirmekte gözlerini.
Hepimizin penceresinin görüş açısı başka.

Birisi baktığı yerden karşıdaki ağacın toprakla buluştuğu bedenini görürken, bir diğeri kendi penceresinden aynı ağacın tepe dallarını görüyor. Daha uzakları görebilenler, daha yakınları daha ayrıntılı seçebilenler…
Birisinin gördüğünü bir diğerinin görmüyor olması görülmeyenin yok olduğu anlamına gelmiyor elbette.
Bunu en iyi, bakışlarını her yöne çevirebilenler biliyor.

İnsan kendi penceresinden bakarken gördüklerini tek hakikat varsayıp da diğer görüş açılarını yok saymaya başladığı anda ne yazık ki o malum çatışmalar başlıyor.
‘Nasıl oluyor da o benim gibi düşünmüyor?’ deyip bir başkasının düşüncesini bir türlü anlayamıyor. Karşısındaki de onun için öyle düşünüyor oysa. ‘Nasıl oluyor o da benim gibi düşünmüyor?’ diyor.
Herkesin beyni bir farklı algılıyor ve bu farklılığı hiç kimse kabul etmek istemiyor.
Çok zeki bulduğumuz birisiyle tamamen farklı şeyler düşünebiliyoruz mesela.
Algının zekâyla ne kadar ilintisi var diye sorguluyoruz o zaman.
O mu doğru, yoksa ben mi?
Yok yok, hayır hayır!
Tabii ki ben..!

Kimse kendisini yanlış düşünüyor olmakla suçlamaz ki zaten. En iyiyi her zaman kendimiz biliriz değil mi?
İşte yanılgıya düşmenin başlangıç noktası da bu. Başka fikirleri tümden reddetmek.

İnsan düşündüğünü özgürce ifade edebilmeli. Anlatırken dayatmacı olmadan, baskı kurmaya çalışmadan konuşabilmeli, yazabilmeli.
Dinleyenlerin zihninde farklı pencereler açıp, başka başka bakış açıları sunabilen insanların sohbetlerine doyulur mu?
O anlattıkça odadan odaya, pencereden pencereye dolaşmaya başlarız. Yazdıklarını okudukça ‘Ben bunu daha önce nasıl böyle düşünemedim?’ diye hayıflanırız. Arada sırada da ‘Evet işte aynen ben de böyle düşünüyorum’ deyip onaylarız.
Tabii bu özgürce konuşmayı ağzına her geleni söylemekle eşdeğer görenler sayesinde konuşma kirliliği de yaşanmıyor değil.
‘Ağzı olan konuşuyor’ deriz ya hani, işte öyle.
Aklına her gelen sözü nereye gideceğini düşünmeden söyleyenler, içeriğinde bir şey olmaması sebebiyle havada bomboş asılı kalan cümleler kurup can sıkanlar, karşısındakine söz hakkı tanımadan sadece ama sadece kendisi konuşanlar, sürekli kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışanlar, nezaketinizden dolayı kendisine verdiğiniz önceliği bir üstünlük zannederek sizin üzerinizde hakimiyet kurmaya çalışanlar…
****
Tartışma programlarındaki insanları dinlerken ya da gazete haberleri altına yazılan yorumları okurken ne kadar farklı algılamalar var diye düşünüyor insan. Kendi fikirlerini söylemenin boyutunu kavga ve hakarete vardırmak tartışmanın tek düsturu sanki.
Bütün konuşulan ve yazılan her şeyin sonu okkalı küfürlerle dolu cümlelerin havada uçuşmasıyla bitiyor.

Hep merak ederim; tartışma programlarında birbirlerine olmadık lâflar eden tartışmacılar reklam aralarında acaba ne yaparlar?
O hırsla birbirlerine ekranlarda söyleyemeyecekleri şeyleri mi söylerler? Yoksa susup otururlar mı? Önlerindeki kağıtlara mı bakarlar? Tuttukları notlarla reklam dönüşünde edecekleri daha şiddetli saldırıları mı planlarlar?
Yoksa o heyecanlı haller sadece ekran önünde sergiledikleri bir oyun mudur?

Farkındalar mı bilmem ama onların tartışmalarda takındıkları bu haller kendilerini izleyenler üzerinde oldukça etkili olmakta. Tartışılan konudan sapılarak kişiliklere yapılan saldırılar toplumun her kesimine dalga dalga yayılmakta.
Maalesef ki tahammülsüzlük ve saygısızlık gayet sıradan haller oldu çıktı.
Her yer ‘Benim dediğimden gayrısı yanlış!’ diyen insanlarla doldu.
N’apalım şimdi o ‘yanlış’ları biz? Teker teker mi yok edelim, yoksa toptan mı ortadan kaldıralım?
Yoksa kafataslarındaki ‘yanlış’ beyinlerini çıkartıp hepsini otomatiğe mi bağlayalım? Hâttâ herkesi uzaktan kumanda ile mi idare edelim?
Kumanda kimin elindeyse patron da o olsun.
Bakın o zaman da ‘Kumanda Savaşları’ çıkar.

Çıkar dedim ama aslında yüzyıllardır insanoğlunun savaşma nedeni hep o kumandayı ele geçirmek için galiba. Kumanda kimdeyse onun seçtiği kanalları izliyoruz, onun dayattığı hayatları yaşıyoruz.
Oysa ki biz evimizin her penceresinden bakabilmek istiyoruz; her kanalı izleyebilmek istiyoruz, her kitabı, her gazeteyi, her dergiyi okuyabilmek istiyoruz; her gördüğümüzden, her duyduğumuzdan kendimizce çıkarımlar yapabilmek istiyoruz.
Kavga ederek değil, ‘tartışabilerek’ yaşamak istiyoruz…

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.