Edebî Kazılar’da bir Livaneli

Romanları otuz dilde yayımlanan, besteleri ve kitaplarıyla ulusal ve uluslararası alanda birçok ödül alan, bir dönem politik çalışmaları olsa da politik kimliğinden ziyade müzisyen ve edebiyatçı kimliği ile anılmak isteyen Zülfü Livaneli ile tanışmak büyük onurdu benim için.
Salona geçip söyleşi başlamadan önce kısa da olsa sohbet edebilmiş olmak hele, tarifsiz.
Yıllarca hangi gazetede yazıyorsa o gazeteyi almışım, nerede bir şarkısını duysam müziğin sesini biraz daha açmışım, neredeyse tüm kitaplarını okumuşum, kâh müzikleriyle, kâh kendi öyküleriyle yer aldığı filmlerini izlemişim, fırsat bulduğum her seferinde konserine gitmişim…
Kısacası hayranlığım had safhada…
****
Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü tarafından Nazım Hikmet Kültürevi’nde düzenlenen Edebî Kazılar söyleşisinin bu ayki konuğu Zülfü Livaneli oldu. Basınla buluşmasının hemen ardından salona geçtik ve Feridun Andaç’ın soruları eşliğinde doyumsuz bir sohbet izledik.
Salon hınca hınç dolu olduğu gibi, salona giremeyip dışarıda kalanlar da oldu.
Livaneli’yi görmek ve onun sohbetine şahitlik etmek insanın her zaman karşısına çıkacak bir fırsat değildi elbet.
Sohbet boyu yazan insanın yazdıklarını anlatırken aldığı hazda buldum kendimi. Bir karıncadan dünyaya uzanıp, sonra tekrar o karıncaya dönebilmenin aşinalığı içinde gülümsedim. Neler konuşulmadı ki bir saat içinde.
Bazen satırbaşları olarak anlatacağım size bu sohbeti, bazen de kelimesi kelimesine nakledeceğim…
Sohbetin başında Feridun Andaç, Zülfü Livaneli’yi anlatmanın kendi gözünde çok uzun bir hikaye olduğunu belirtti önce. Sonra da kişisel izlenimlere dönük olmayan, daha çok edebiyatına bakarak konuştu:
“Livaneli, romanlarında bir zaman akışında gezinen, düşünen, gezen, soran, sorgulayan, anlatıcıdır. Bize tuttuğu aynada toplum, insan gerçekliği vardır. Orada hatırlattığı, gösterdiği her şey belleğimizin derin kuyularına dönmenizi sağlar”
Bu konuşmanın ardından sözü Zülfü Livaneli’ye bıraktı Andaç ve Livaneli, ‘Edebî Kazı’ olarak kendisinin seçilmesinden duyduğu memnuniyeti tatlı tatlı mecaz yaparak, edebiyat-yazı ilişkisini kendi dilinden anlatmaya başladı.
Kendisini görmeye gelenlere teşekkür ederken, “Bursa’ya gelirken böyle güzel bir toplulukla karşılaşacağımı biliyordum” dedi öncelikle. Daha evvelki konser, okuma ve kitap buluşmalarından biliyordu izleyici profilini.
“Müzisyen, yazar ve politikacı deniyor, aslında benim iki mesleğim var. Birisi yazarlık, birisi müzisyenlik. Onun dışında yaptığım işler mecbur kaldığım için yaptığım işler” dedi. Bir dönem milletvekilliği yapmış olmasının kendisini politikacı yapmayacağını, hiçbir zaman da olamadığını söyledi. “Ben gazeteci de olmadım. Ben fikirlerimi yazdım gazetelerde.” dedi gazeteciliği hakkında. Müzisyenliğinin doğuşunu, “Aslında müzisyenlik hiç ortaya çıkmayacaktı. Ülkenin koşulları beni müzisyen yaptı. Yoksa sürekli okuyordum. Küçüklükten beri sürekli yazı denemeleri yapıyordum. 12 Mart dönemi gelince ben de o cunta dönemini eleştiren türküler yaptım hapiste. Yurtdışında kaydettim ama sonra unuttum. Kitaplarımı yazmaya döndüm. Sonra o kayıtlar benden habersiz yurda girmiş ve meşhur olmuş. Yani müzik böyle toplumsal bir baskıyla çıktı.” diyerek açıkladı.
“İçimdeki şarkıyı paylaştığımı hissediyorum. Bu kadar çok ürettiğime bakınca; içimdeki ezgileri paylaştım ama henüz daha kafamdaki hikayeleri bitiremedim.” derken yazacak daha çok romanı, anlatacak daha çok öyküsü olduğunu gördük ve çok sevindik…

“Yaşar Kemal Livaneli’nin daha çok müziklerini etkilemiştir”
Livaneli, Feridun Andaç’ın: “Yaşar Kemal’in, Livaneli’nin daha çok müziklerini etkilediğini düşünürüm. Kemal’in Livaneli’yi oğlu gibi sevdiğini biliyorum.” sözlerine, “Yaşar Kemal benim edebiyatımı değil müziğimi daha çok etkiledi sözünü ilk kez duyuyorum ve bu yoruma katılıyorum.” diyerek cevap verdi ve devam etti;
“Yaşar Kemal’den öğrendiğim esas bir-iki şey varsa onlardan en önemlisi de ‘kök’e dayanmaktır. Oyun oynamamaktır. İnsan soyunun büyük çizgisine, ulu ırmağa sadık kalmayı öğretti o bana. Dünden bugüne Homeros’tan Mevlana’ya tüm yazılanları okuyup onları bugüne getirebilmeyi öğrendim. Bu ‘kök’e sadık kalarak bugün ne yapabileceğini düşüneceksin. Müzikte de bu toprağın ses sistemine sadık kalarak müzik yapacaksın.”

* Yazan-çizen-söyleyen her insan için ışık olmalı dedim işte bu sözler. Aslını unutmadan, aslını inkâr etmeden, onunla yoğrulup, onunla beslenip onunla zenginleşerek üretmeli…

“Bir romancı için sınır yoktur” dermiş Yaşar Kemal Livaneli’ye.
Bir karıncadan yola çıkıp tüm evreni anlatabilmeyi tarif ediverdi bu sözün üzerine Livaneli. Yabancı gelmedi söyledikleri.
“Romancı için ‘tarih’ bir fondur. Her şey bir fondur, her şey insanı anlatır.” dedi romanlarında tarihi nasıl kullandığı üzerine.
Milletlerin tarihe bakışını anlatırken tarihe egzotik bakmak kadar yanlış bir şey olmadığını söyledi ve ekledi; “Dünyada da bize böyle bir bakış var. Özellikle de ABD’den”…
“Onlar da bizi belli bir formda görmek istiyorlar. Başka türlüsünü kabul etmiyorlar.Böyle bir edebiyat toplantısı dahi görmek istemiyor. Onların kafasında belli bir İslam ülkesi kalıbı var. Onun dışına çıkmıyorlar. Hindistan denince Yoga ve Hint Fakiri, Afrika denince açlık ve eğitimsizliğin akla gelmesi gibi…”
Tarih ve roman üzerine devam etti sonra;
“Roman yazarken tarihten yararlanıyoruz ve tarihin sürekli tekerrür ettiğini görüyoruz. Sadece dekor değişiyor. Duygular değişmiyor. İnsanların iktidarın çevresinde dönmek için ateşe yaklaşan pervaneler gibi dönmeleri, üç kuruş için ruhlarını satmaları, iktidara yakın olmak için delirmeleri, eğilmeleri, bükülmeleri, kemiksizleşmeleri…”

* Ah bu sözler niçin hiç yabancı değil bizlere…

“İçimde halk şiirinin ritmi var”
Yazmaya başlama öyküsü, yazarken kimlerden etkilendiği, hangi romancıları beğendiği konuları üzerine;
“Çok etkilendiğim romanlar oldu. Binbir Gece Romanları mesela. 20. Yüzyıl Amerikan edebiyatı çok etkiledi beni. Büyük Türk yazarlarının dışında Refik Halid’in dil kullanımı çok etkilemiştir. Rus edebiyatı hepimizi çok etkilemiştir. 20. Yüzyıl’ın en çok hayran olduğum romancısı ise Gabriel Garcia Marquez’dir. O kadar ki; roman yazmaya başlamadan önce uzun süre Marquez okumam.” diyor.

* Lafı gelmişken Marquez, Hamingway ve kendisi ile ilgili minik bir anektod paylaştı hemen. Bu küçük anısı ile içindeki çocuğu gördük biz. O orada hep canlıydı, hep 19 yaşındaydı…

Kitaplarının içeride-dışarıda nasıl algılandığı ve nasıl karşılandığı üzerine, yazılan romanların her ülkede farklı etki yarattığını söylüyor. Mutluluk romanının Amerika’dan algılanması ile Çin’de algılanmasının farklılığına değiniyor. Birbirimize benzerliğimize dikkat çeken Çinliler’in, Türkiye’yi de modernite ile gelenek arasında bocalayan ülkelerden biri saydığını, o yüzden benzeştiğimizi söylüyor.

“Sürgün, ağır ve uzun bir hastalık gibidir”
Sürgün günlerine getiriyor sözü Andaç. Livaneli’nin “Bir Kedi Bir Adam Bir Ölü” romanının kendisi için en iyi romanı olduğunu, hatta edebiyat tarihimizde sürgün üzerine yazılmış en iyi roman olduğunu söylüyor.
Livaneli romanın yazılış öyküsünü anlatıyor kısaca.
İsveç günleri ve anılar…
“Sürgün, ağır ve uzun bir hastalık gibidir” diye tarif ediyor o günleri. O kitapta yazdığı “Yakında bu eşitsizlik ve bu dengesizlik böyle giderse, Afrika’dan, Asya’dan, Ortadoğudan, insanlar botlara, sandallara, hatta sallara binecekler ve Avrupa kıyılarına yüz binlerce insan hücum edecek. Avrupa’nın bu akınla baş edecek gücü kalmayacak.” sözlerini okuyarak, o günlerde yaptığı kehanete ve bugünkü “mülteci” durumuna dikkat çekiyor.

Araya yine anılar karışıyor…
Dünyada darbe yapılan ülkelerin devrimcilerinin İsveç’e gelişlerini ve buluştuklarında ettikleri sohbetlerde, devrimcilerin sağlık sorunları yaşadıklarında İsveçli doktorların kendilerini önce mide bölümüne yönlendirdiğini, çünkü ülserin bir sürgün hastalığı olduğunu söylüyor.
Türkiye’ye döndüğünde kendisini karşılayan Yaşar Kemal’in hastalığına nasıl aldırmadığını, cin tonik ve patates kızartması ile hastalığın nasıl yok olduğunu mizahî bir dille anlatıyor.

“Derdi olan yazar”
Andaç’ın dediği gibi Zülfü Livaneli “Dünya ile meselesi olan, daha doğrusu ‘derdi’ olan bir yazar”.
Andaç’ın bu yorumunun üzerine, “Yazı sadece mesaj için ya da zevk için yazılmaz” diyor Livaneli.
“Müzikle insanları duygulandırabiliyorsunuz. Müzik bu konuda yazıdan daha bile başarılı. Fakat müzikle bir dönem anlatamıyorsunuz, bir analiz yapamıyor, insanın derinliklerine inemiyorsunuz. Aşkın değişik boyutlarını ele alamıyorsunuz. O yüzden yazıya ihtiyaç var. Bu duygudan daha farklı bir şey. Beş yıl düşünülmüş, yazılması üç yıl sürmüş bir romanın müzikten apayrı bir yeri vardır.” diyerek yazının kıymetini önümüze seriyor.

“Okumak kadar önemli bir şey yok”
Eğer olsaydı tek tanrılı dinlerin tanrıları kitap yazdırmazdı değil mi? Kendilerini şarkıyla ya da başka bir şeyle anlatırlardı. Ki ilk emir ‘OKU’dur…
Tanrı bile kitap yazmaya ve kendini kitapla anlatmaya ihtiyaç duyuyorsa….
****
“Yaşar Kemal’le dolaştığınız zaman onun romanlarındaki gibi yaşarsınız” diyor ve ‘balıklı’ bir anısını anlatıyor. Biz de adeta o sandalda o anları yaşıyoruz.

“Konstantiniyye Oteli en zorlandığım romanım”
Son romanı olan Konstantiniyye Oteli için, yazarken en zorlandığı roman olduğunu söylüyor Livaneli. Çok çalıştığını, çok yazdığını ve çok kısalttığını belirtiyor. 700 küsur sayfadan 480 sayfaya indirmiş.
Kitap için kısa kısa şunları söylüyor:
“Şehirlerin bir ruhu var ve ideolojilerle değişmiyor. Yönetim ne olursa olsun Paris Paris olarak kaldı. İstanbul da böyle bir şehir. Hangi rejimde yaşarsak yaşayalım İstanbul Ankara olamıyor, Ankara da İstanbul. O yüzden şehri insanlarıyla anlatıyoruz. Bu romanı yazarken aynı şeylerin İstanbul’da sürekli tekrarlandığını görünce hayrete düştüm. Nika İsyanı mesela. Yıllar sonra Osmanlı’da aynı yerde aynı olaylar oluyor. Tarih yolculuğunda 1 Mayıs, Kanlı Pazar ya da Gezi’ye kadar geliyorsunuz. Dinamikleri Bizans’tan beri hiçbir şekilde değişmemiş bu şehrin. Büyük servetler, büyük güç mücadeleleri, rekabet, ihtişam, erotizm ve şiddet. İstanbul’un dinamikleri bunlar. Hem zorlanarak hem de isteyerek yazdım bu romanı. Bir başka aşamaya getirmek istedim edebiyatı.”
Andaç’ın romanların doğuş gerekliliği üzerine sorduğu soru üzerine; “O sırada insanı ne ilgilendirirse, kafasından neler geçiyorsa onu anlatıyor insan.” diyor Zülfü Livaneli.
Bir romancının dünyayı okuma biçimi ve edebî birikimini görüyor insan kitapta deyince Andaç, “Cinnet geçiren bir toplumu anlatıyorum, çünkü olan o.” diyor.
“Kusursuz roman sıkıcı olur” diyor Andaç. “Eleştirilecek yanları olsa da, Livaneli büyük bir ayna tutuyor topluma” diye ekliyor ve soruyor:
“Bir romancı bir önceki yazdığı kusurlu romanındaki kusurları giderebilmek için bir diğer romanını yazar. Doğru mudur?”
“Ben daha kusurlu yazdım” diye espriyle yanıtlıyor bu soruyu Livaneli.

“Edebiyatla ve şiirle değişen bir ülkedir Türkiye”
Ülkemiz tarihine girdi ve ülkemizde edebiyatın, özellikle de şiirin gücünü ve etkisini anlattı bize birkaç cümleyle:
“Dünyada bilimsel kitaplarla değişir ülkeler, bizde şiirle. Padişaha kaside yazılırken önce, sonra vatan şiirleri yazılır. Mustafa Kemal gibi gençler vatan şiirlerinden etkilenirler, Cumhuriyet’i kurarlar, Cumhuriyet şiirleri yazarlar. Daha sonra Nâzımlar çıkar sol şiirler yazılır. Türkiye’de herkes şiirle solcu olmuştur. Türkiye’de rejimler ve sistemler şiirle değişir. Şu anda Necip Fazıl’la değiştirmeye çalıştıkları gibi…”
* O yüzden ilk kellesi alınanlar hep şairler olmuş demek…

“Beni kim itti?”
Politikaya nasıl girdiğinin sorulması üzerine, “Beni kim itti diyerek” diye cevaplıyor. Gülüşüyoruz.
Anlıyoruz bugün algılanan anlamdaki politikanın kendi üzerinde ne kadar eğreti durduğunu.
“Ne zaman iyi niyetle bir işe girdiysem, iyi niyet bu ülkede hiçbir zaman anlaşılmadı, çünkü kimse iyi niyetli değil” diyor.
Politikacının halkla bütünleşememesinin sebebinin, arada akan kirli nehir olduğunu söylüyor.
Politikayı tarif ederken; “Politika eğriyi doğru, doğruyu eğri yapar” diyor.
Son sözü ise epey vurucu:
“Ankara’da TBMM’de de yattım, hapishanede de yattım. Şimdi sorsalar hapishaneyi tercih ederim”…
****
Zülfü Livaneli söyleşide okurların sorularını da yanıtladı.
Söyleşinin sonunda Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, kendisine özel tasarım portresini armağan etti.

Edebî Kazılar’da bir Livaneli izlemiştik canlı canlı.
Edebiyatseverler için hayallerin ötesinden gelmiş gibiydi.
Ardında bir hoş sada bırakarak geldiği gibi gitti…

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.