Deniz beni çağırıyor…

Camdan bir şişe olsam; içinde, üzerine birkaç satır karalanmış bir kağıt taşıyan. Denizlere atılsam. Dalgalarda savrulsam.
Koydan koya, denizden denize yol alsam. Akıntı nereye, ben oraya aksam. Sonra vursam uzak bir sahile. Bir çocuk bulsa beni.
Açsa içimi, okusa içimdekileri…
Ah ne kadar da güzeldi denizlerir enginliğinde oradan oraya sürüklenmek. Yeniden denize dönebilmek şimdi artık tek arzum.
Bakarsınız tekrar bir kâğıt konulur içime, yine bırakılırım aşığı olduğum uçsuz bucaksız denizlere.
Bıkmadan usanmadan fersah fersah yollar aşar, yine bulurum kendimi başka bir yabancının ellerinde…
Bazen bir denizkızı eşlik eder yolculuğumda bana, bazen delice yarışan yunuslar. Güneş doğar, güneş batar, sessizliğin ortasında salınır dururum bir başıma. Ne bir korku, ne de en ufak bir can sıkıntısı. İçimde taşıdığım gizemin büyüsüyle başım dik, yolum açık.
Tabiri caizse; aşkı arayan, aşka aşık bir aşık misali…
Denize duyduğum özlem dolu aşk 
Denize ve yüzmeye olan özlem dolu aşkım havaların ısınmasıyla birlikte iyice önlenemez hale gelince, çareyi havuzlarda aramaya başlayanlardanım ben de. Yanıbaşımızdaki Marmara Denizi’nde yüzmek büyük cesaret gerektirdiğinden olsa gerek, son yıllarda denizden elimi ayağımı iyice çektim ne yazık ki. Deniz içinde olması gereken canlıların gittikçe azalması, olmaması gerekenlerin de gittikçe çoğalması sebebiyle bizim buralarda temiz bir koy bulmak artık neredeyse imkânsız.
Dibini göremediğim bulanık suya baktıkça, bundan yıllar evvel suyun içindeki taşları sayabildiğim, denizin cam gibi olduğu zamanlar gelir aklıma.
Denize her girdiğimde  çenelerim takırdayıp dudaklarım morarana kadar sudan çıkmayışımı hatırlarım. Denizin -özellikle de sabahın erken saatlerindeki- sükûnetini, sandalı alıp açıldığımda o sükûneti bozmamak adına küreği suya hafifçe daldırarak yol aldığımı ve bu dinginliğin içinde huzur bulduğumu anımsarım.
Yüzerken çıkardığım sesler o sessizlikte çok uzaklardan duyulurdu sanki. Deniz bazen o kadar düz olurdu ki, yeni serilmiş bir çarşafın ortasına atlamış da bozmuş gibi hissederim kendimi. Ve o deniz benim her kulaçta bozduğum o çarşafı hemen arkamdan tekrar düzeltirdi…
Sabahın erken saatlerinde gümüş gri renkli, dingin, uyuyan bir deniz düşünün. Hakikaten de uyuyordur sanki o anlarda. Kıyıyla buluştuğu yerdeki çakıllara değen hafif dokunuşları da sessizce aldığı nefeslerdir. Bazen rüzgâr eser, fırtına çıkar, masum sandığımız o deniz kabardıkça kabarır, delirdikçe delirir, insanı bir gün önceki munis deniz olduğundan şüpheye düşürürdü.
Sonra ertesi gün yeniden süt limana dönüşür, sanki bir önceki gün için af dilerdi…
Çöplüğün ortasında yüzmek
Şimdi, içimdeki deniz aşkıyla her olumsuzluğu gözardı ederek yüzmeye her kalkıştığımda koluma bacağıma çarpan denizanaları, saçlarıma dolanan yosun parçaları, suyun üzerinde yüzen yağlı kimyasal atık tabakası ve çöp kafileleriyle burun buruna geliyorum.
Özgürce yüzememenin sıkıntısıyla denizden çıkıyorum.
Tabi bu arada sahil de denizden farklı olmuyor. Feribot geçtikten sonra oluşan dalga sahilde ne varsa silip süpürüyor. Dalgalar rutinini kaybedip birbirlerinin üzerine biniyor ve ortaya kaynayan bir deniz görüntüsü çıkıyor.
Bu kaynamayla birlikte içindeki her çöpü sahile kusarak belki de insanlara kendince bir mesaj veriyor…
Eski zamanlarda da olurdu denizin üzerinde yılanvari yol alan çöp tabakaları. Sahile vuran ziftler yapışırdı mayolara, havlulara, kola-bacağa. Haftasonları piknik için geldiği koyda yemek için yanına aldığı her şeyin çöpünü o koyun sahiline bırakanlar ya da denize atanlar olurdu. Onlar genelde pislik içinde oturur, içinde oturdukları pisliği daha da çoğaltır, sonra da her şeyi öylece bırakır, çekip giderlerdi.
O insanlar o zamanlardan bu zamana değişmişlerdir diyorsanız, yanılıyorsunuz.
Hafta sonlarının ardından karşılaştıkları manzaraları oralarda yaşayan kasaba sakinlerine bir sorun derim…
Deniz denilince neleri özlemez ki insan…
Her kulaç atışta sularda oluşan hışırtıyı, derinlere dalınca sessizliğin sesini dinlemeyi, yanından pervasızca geçip giden ama yakalamak için bir hamle yaptığında aniden yön değiştirerek ok gibi fırlayıp kaçan balıkları, insana ürküntü veren kayalıkları, denizin dibinde bir o yana bir bu yana salınan yosunları, en çok da denizin kokusunu özler.
Özler de artık dibini dahi göremediği ve yüzerken bile dipteki balçığın kokusunu aldığı denize adımını atmak istemez. Pelte görünümlü zararsız denizanalarının yerini alan garip renklerdeki denizanalarıyla karşılaşmayı hiç ama hiç istemez.
Vücutlarından çıkan -neredeyse 1 metreye varan- kamçı misali uzantıları ve bozarık renkleriyle insanı ürküten bu denizanaları yabancı bandıralı gemiler yoluyla bizim denizlerimize iltica ediyor olmalılar. Herhangi bir limanda yükünü boşaltarak hafifleyen yük gemileri, ağırlaşmak ve deniz seviyelerini korumak için haznelerine deniz suyu alıyorlar. Yeni yük alacakları limana geldiklerinde de haznelerindeki suyu boşaltıyorlar. Böylece getirdikleri  suyun içinde ne var ne yoksa deniz değiştirmiş oluyor. Bu sayede de daha önce karşılaşmadığımız canlılarla karşılaşıyoruz.
****
Deniz kıyısındaysa daha önce karşılaştığımız canlılar yaşamaya devam ediyor. İç çamaşırlarıyla ya da elbiseleriyle denize girmeye çalışanlar, sudan ödü kopmuş çığlık çığlığa bağrışan çocuğunu hâlâ daha suya daldırıp çıkartarak nefessiz bırakan “oyuncu” babalar, deve güreşi tutmaya çalışan, birbirilerini omuzlara alıp atan ya da suya batırarak çıkartmayan, bir yandan da sahilde güneşlenen kızları “kesen” delikanlılar.
Büyüklerin “Evladım, denizle şaka olmaz” uyarıları.
Ve sahillerin olmazsa olmazı, uzaklara doğru açılmış çocuğunu feryat figan sahile çağıran anneler.
Bütün bunlar denizle iç içe yaşamayı bilmeyen insan davranışları.
Gözünü denize açmışların dünyasında ise denizle cebelleşmek yerine denizle bütünleşmek var.
Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla “deniz” olmak var.
 
O zamanlar deniz de bir başkaydı sanki…
Çocukluk dönemimde deniz kıyısının en eğlenceli saatleri sahilden biraz açığa sabitlenmiş ve boş variller üzerine çakılan tahtaların oluşturduğu dubada geçerdi. O zamanlar son dönemlerin modası “beach”ler olmadığından mütevelli bizim için her koy bize özel ayrı bir “beach” idi. Hiç kimsenin bilet kesmediği, hiç kimsenin hesap sormadığı, canımız istediğinde birinden diğerine yüzerek geçtiğimiz koylarımızdı onlar bizim.
Sahilimizde diskotek misali çalan müzikler yoktu.
Gece olunca yakılan ateşin etrafında toplananlar arasında illa ki gitar çalan birileri olurdu bazen. Bilgisayarsız, telefonsuz, Ipod’suz ve Ipad’siz özgür günlerdi. Biz sadece içimizdeki müziği dinler, içimizdeki sesleri konuşurduk.
Akşam üzerleri balığa çıkan birisinin sandalına atlayıp balık tutmanın kültürünü öğrenirdik.
Kadınlar akşam yemeği için nasıl ot’a çıkarlarsa (kızılbacak, madımak, ısırgan, ebegümeci vb), erkekler için de balığa çıkmak aynı şeydi. Oltaya takılan yemler, ucunda zokasıyla denize salınan çapariler, işaret parmağı ile balığın vuruşunun kontrol edildiği misinalar. Tutulan  balıkların sandala alınması, kancanın balıktan kurtarılması ve kovaya fırlatılması. Balıkçıların, sandaldan sandala yaptıkları içinde ince zeka barındıran keyifli atışmaları. Balıkçı ağlarına takılan kabukluların sahildeki kaynar suya atılarak haşlanması ve bacaklarındaki kabukların taşla kırılarak içlerindeki lezzetli etin yenilmesi. Kayalara dalınarak çıkartılan midyelerin hemen oracıkta yakılan ateşin üzerine yerleştirilen bir teneke parçası üzerinde pişirilmesi ve yarı pişmiş yarı pişmemiş ayırt etmeksizin yenilmesi..
Şimdi ise deniz ürünleri alırken Marmara dışından gelenleri tercih ediyor olmamız ne kadar manidar değil mi?
Deniz insanları…
Denizle haşır neşir insanların hali de bir başka olur. Suyun medeniyeti ve enginliği onların yüreğinden yansır insana. Denizin kokusu da, dokusu da sahilden içeriye girdikçe kâh kapı önünde sohbet eden kadınlar olur, kâh elinde yeni toplanmış bir kap meyve ile yolunuzu kesen bir erkek.
Kapı önlerindeki kadınların kimisi elindeki örgüsüyle, kimisi ayıkladığı bir tabak fasulyesiyle, kimisi de sessiz sakin duruşuyla ilişir gözünüze.
Bazen denizi gören bir duvar üzerine martı misali tüneyerek izlerler belki de hiç girmedikleri o denizi. Bazen de evlerinin pencerelerinden.
İzlemesi bile yeterlidir ya zaten. “Gençler girsin”dir.
Siz de onları izlersiniz bir tablo misali…
“Sefanız artsın” diyerek aralarına karıştığınızda sıcak bir sohbet başlar hemen. Bir yandan ellerindeki işlerini işler bir yandan da nereden geldiğinizi sorgularlar. Kendilerinden emin, kaç-göç bilmeyen, deniz kentli olmanın bütün izleri üzerlerine sinmiş kadınlardır onlar.
Onlar deniz insanlarıdır…
****
Denizin  kâh güzel yanlarını, kâh güzelliği bozan yanlarını anlatırken denize akıtılan atık sulardan bahsetmeden geçmek olmaz.
Şehirlerin kanalizasyon atıkları bir yandan, fabrikaların atıkları bir yandan, gemilerin sintineleri bir yandan derken Marmara gibi kapalı bir deniz hangi birini arıtabileceğini şaşırıyordur eminim.
Türlü çeşit atıklarla boğduğumuz zavallı deniz bu sayede gittikçe berraklığını kaybediyor.
Denizin renginin bulanıklaşması güneş ışığının denizin derinliklerine inmesine engel oluyor. Bu da havadaki oksijenin deniz suyunda çözünüp derinliklere kadar yayılmasını engelliyor. Bütün bunlar deniz suyundaki oksijen konzetrasyonuna ve güneş ışınlarına hassas olan deniz bitkilerinin ve canlılarının topluca katliamına sebebiyet veriyor.
Kıyılar betonlaştırılarak suyun kendi kendini temizleme mekanizması tahrip ediliyor. Ki, kumluk, taşlık gerekse de kayalık kıyılar birer canlı arıtma tesisi gibi çalışan bir çok mikro organizmaları, deniz canlıları ve yosunları barındırmaktadır.
Plansız dolgu yapımları ile deniz suyunun akıntısı engellenmekte veya olumsuz bir yöne doğru yönlendirilmektedir. Deniz suyunun doğal devir daiminin bozulması ile de su kendi kendini tazeleme ve yenileme işlevini sürdürememektedir. Suya karışan artıklar akıntı vasıtasıyla acık denizlere taşınamamakta, suyun dibine bir örtü şeklinde çökelerek birikmektedir.
Görüldüğü üzre, doğa kendi haline bırakılmadığında kendi dengesini sağlayamamakta ve bütün dengeleri alt üst olmakta.
Doldurarak biçimlendirdiğimiz her sahil bize “inanılmaz” kokularla teşekkür etmekte…
İçinde barındırdığı bütün canlıları ile kendi dengesini sağlayabilen o devasa su kütlesi, özellikle de insan eliyle üretilen kimyasalları yok edememekte.
Petrol taşıyan tankerlerin petrol sızdırmalarının ya da batmalarının verdiği zararları hepimiz biliriz.
Petrole bulanmış halde uçamayan karabatak kuşlarının görüntülerini hatırlarsınız.

Simsiyah olmuş bedeniyle saplandığı bataktan kurtulmaya çalışan o kuşlara hepimizin içi nasıl da acımıştı.

Büyük çapta bir arıtım için arıtma tesisleri şart olsa da, bizim de kendi çapımızda yapabileceğimiz şeyler yok değil.
Kızartma yağlarını lavaboya dökmemek mesela. Malum,1 şişe atık yağ 1 milyon metreküp suyu kirletiyor.
Kimyasal içeren deterjanları haddinden fazla kullanmamak mesela. (Saç ya da  vücut şampuanları ve kimyasal içeren her tür sabun dahil)
Boş sigara paketinden, içtiğimiz bira şişesine, burnumuzu sildiğimiz kâğıt mendilden çocuğumuzun kirli alt bezine kadar her şeyi denize atmamak mesela.
Teknelerimizin atıklarını güzelim koylara bırakmamak mesela.
En yakın örnek olarak, Güzelyalı’daki feribot iskelesinden denize şöyle bir göz atarsanız ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınızdır eminim.
****
Ben artık korka korka girmediğim temiz bir denizde yüzmek istiyorum.
Ben artık bir el uzanımı mesafede duran denizi bırakıp da temiz deniz özlemiyle uzak denizlere gitmek istemiyorum.
Başımda şapkam, elimde kitabım, karşımda masmavi ve berrak bir deniz ile temiz bir sahilde güneşlenmek istiyorum.
Havuza kapatılmış bir yunus gibi -olimpik dahi olsa- küçücük bir havuzda yüzmek istemiyorum.
Tenime havuzun değil, denizin suyu değsin istiyorum.
Ayaklarım betona değil, irili ufaklı çakıl taşlarına, altın sarısı kumlara bassın istiyorum.
Deniz kıyısında yürürken kıyıdaki ince çakılın içinde minareler aramak, bulmak ve eğilip almak istiyorum.
Sahiline pet şişeler ile naylon poşetlerin vurmadığı, balçık değil iyot kokan, yosun kokan bir deniz istiyorum.
Elimde bir “kırmızı” ile sabah güneşinin denizin üzerindeki yıldız yıldız ışıltısıyla uyanmak, batan güneşin denize yansıyan hüzünlü kızıllığıyla hüzünlenmek, ay ışığında pırıldayan kıpırtılı yakamozun gizemini merak etmek, mehtabın denizin içinden doğarmışcasına bir edayla göğe yükselişini beklemek istiyorum.
Bir başka sahilden atılan cam şişenin vurduğu bir sahilde, şişenin içindeki kâğıtta yazılanları merak etmek, açıp okumak, bir mesaj da ben yazıp denize bırakmak, ardından da “rastgele” demek istiyorum.
Söyleyin şimdi,

Sizce ben çok şey mi istiyorum?

Yazının Fotoğraf Galerisi için tıklayınız:

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

One thought on “Deniz beni çağırıyor…

  • teomanuzal@gmail.com'
    24 Mart 2017 tarihinde, saat 16:19
    Permalink

    Cok guzel bir yazi, sizinle ayni düsünüyorum.

    Yanıtla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.