Bülbülün çilesi, dili belâsı…

Ağzından çıkanı kulağı duymuyor insanın bazen. Beyin başka düşünüyor, dil başka konuşuyor.
Söylediği sözün nerelere gidebileceğini hesap etmiyor.
Ondan sonra anlat dur “Yok ben öyle demek istemedim…” diye.
Ne anlatırsan anlat karşıdakinin anladığı kadar anlatmış sayılırsın denmez mi zaten.
Sen kendini paralasan da yoktur çaresi. O anlayacağını anlamıştır kendince.
Daha da kötüsü kendince anladığını kendince aktaracak, yanlış anlamasının yarattığı yanlış topunu gittikçe büyüterek bir çığa dönüştürecektir.
İnsan kendisini bilen yakın çevresi arasında konuşurken pek de farkında olmuyor ne dediğinin. Biliyor ki dedikleri doğru anlaşılacak. Her kelimenin altı oyularak içine bakılmayacak. Satır araları deşelenmeyecek. Başkalarına yanlış gelebilecek bir cümle dahi güvenin hakim olduğu o çevrede kale alınmayarak eriyip gidecek.
Kendisini güvende hissettiği bu çevreden çıkınca insanın kullandığı kelimeler de haliyle farklılaşmaya başlıyor. Yanlış anlaşılmamak adına kelimeleri dikkatle seçip, üç kez yutkunarak sarf ediyor.
Tabi bu arada ziyadesiyle dikkat edilerek edilen sohbetler yapaylaşıp ve soğuklaşıyor. Her zamanki gibi konuşulsa bu kez de denmeyenler denmiş, düşünülmeyenler düşünülmüş gibi oluyor.
O zaman, ya “ben lâfımı söylerim ötesi beni bağlamaz” deyip lâfın önü ardı toparlanmaya çalışmamalı ya da ağızdan çıkacak lâfların nerelere gidebileceği kestirerek kontrollü konuşmalı…
Söz uçar yazı kalır dense de söz ağızdan bir kez çıkar. Bazen geri dönüşü olmaz…
Kırk yıllık dostluklar bazen bir kelimeyle biter.
Babanın bir bakışı yıllara yayılan bir gönül kırgınlığına sebep olur. Bir çocuk annesinin ettiği bir lâfla hayatının yolunu değiştirir.
Lâfı eden nelere sebebiyet verdiğinin farkında değildir de, lâf edilen yıllar sonra geriye dönüp baktığında o sözün hayatında bir köşebaşı olduğunu anlayacaktır.
Yetişkinlerden birbirlerini doğru algılama beklenirse de, çocuklardan bunu beklemek nafiledir…
****
Karşımızdakini doğru anlayabilmek için öncelikle hem kendimizi hem de karşımızdakini doğru tanımış olmalıyız galiba.
Her sözünde bir ima olan birisinin karşısındakinin doğaçlama ettiği kelimelerin ardını araması kaçınılmaz.
Nihayetinde kişi karşısındakini kendisi gibi biliyor…
****
Birbirimiz arasında neyse de, halkın önüne çıkan kişilerin ettikleri kelamlarda daha bir dikkatli, daha bir özenli olmalarını bekleriz değil mi?
Halkın hassas olduğu konularda aynı hassasiyetin kendileri tarafından da gösterildiğini bilmek isteriz.
Şehit’e kelle densin istemeyiz mesela. Binlerce şehit verdiğimiz savaşın kaynağı kişiye sayın densin istemeyiz, o savaşın içinde yitip giden canlar için birkaç Mehmet densin istemeyiz, derdini anlatmaya çalışan bir kişiye ananı da al git densin istemeyiz, çocuklarını kızlı-erkekli yaşatan ebeveynlere manidar bir şekilde mezhebin geniş densin istemeyiz , tahammül sınırlarını geçmiş vatandaşların isyanına karşı vatandaşa gavat densin istemeyiz.
Bunun gibi daha pek çok örnek….
Dilin kemiği yok malum da bu aralar biraz fazla ediliyor galiba böyle lâflar.
Tabi burada düşünülmesi gereken, bunlar konuşma esnasında edilen dikkate alınmaması gereken öylesine lâflar mı, yoksa saklanmaya çalışılan gerçek fikirlerin kabına sığamayıp gün yüzüne çıkması mı?
****
Devletin zirvesinde yaşamaktan hoşnut ama hizmet etmek için geldikleri halktan hoşnutsuz kimseler halka neden bu kadar hoyrat davranırlar anlaşılmaz.
Madem ki halktan hiç hoşnut değiller, daha ‘istedikleri gibi’ bir milletin idarecisi olsalardı keşke.
Yani sessiz, yani vur ensesini al lokmasını, yani herşeye razı, yani tepesindekilere sorgusuz sualsiz tapan, yani ne ağzınızdan çıkanları, ne de icraatınızı sorgulamayan, hâttâ duymayan ve hâtta görmeyen bir halk…
****
Geçenlerde bir yerlerde okudum.
Narsist kişiler kendilerine ayna tutan kişileri hayatlarında istemezlermiş.
Çünkü kendileriyle yüzleşmekten ödleri koparmış. Onların kendi aynaları kendilerine yetermiş.
Ki o muhteşem ayna her zaman en güzel ve en başarılı kişinin kendileri olduğunu söylermiş.
Kral Çıplak diyen kişiler de itinayla susturulunca herşeyin EN BİRİNCİSİ hep kendileri olurmuş.
Kendini beğenmek ve sevmek çok güzeldir de, görüldüğü üzre olayın boyutları narsizme varınca hastalıklı bir hal alıyor.
Sürekli ne kadar mükemmel olduklarının dayatmasında olanların minicik de olsa bir hata yapmaları doğal karşılanmıyor.
Ben’ce; zaman zaman hepimizin ağzının ayarı kaçıyor.
İnsanız, normaldir. Beşer şaşar demiş atalarımız.
Yeter ki arada kuvvetli bir sevgi ve güven bağı olsun.
Her şeyin üstesinden gelinir.
Olmazsa da, işte böyle her şeyin içi dışına çıkartılıp didik didik edilir.
Bu arada da atı alan Üsküdar’ı epey bir geçer….

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.