Bir Devrin Sonu, Bir Devrin Başı

Henüz 1 ay kadar önce, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlarken çocuktuk hepimiz.
Bugün, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlarken pırıl pırıl gençleriz.
Bayram günleri geldiğinde yine o günlerdeki gibi coşku ve heyecanla atar kalbimiz. 
Ellerimizde bayraklarla meydanlara çıkalım, avaz avaz marşlar söyleyelim, bu ülke bizim diyelim, bu vatan bizim diyelim, güneş bizimle doğar, yağmur bizimle yağar diyelim, 10. Yıl Marşını söyleyelim, 75. Yıl Marşını söyleyelim, Gençlik Marşını söyleyelim isteriz.
Öyle söyleyelim ki; sesimizi yer gök su dinlesin deriz.
Sevgimizle, bilgimizle, ulusumuzun hizmetinde olduğumuzu cümle alem bilsin isteriz.
Aklımızla, çoşkumuzla, Atamızın izinden ayrılmadığımızı bir kez daha üzerine basa basa göstermek isteriz.

Böyle çocuklarız, böyle gençleriz biz.
Biz Atatürk çocukları, Atatürk gençleriyiz!

Mustafa Kemâl ve Vahideddin
101. yılını kutladığımız bu 19 Mayıs’ta, Mustafa Kemâl Atatürk ile Vahideddin’in, 19 Mayıs 1919 yılına uzanan yolculukta  yaşadıklarını anlatmak istedim sizlere.
Bakmayın siz 19 Mayıs hadisesinde Mustafa Kemal Paşa ile Vahidettin’i bilir bilmez kavga ettirenlere. Onların biri Osmanlı Padişahı, biri de devletine hizmette sınır tanımayan bir Osmanlı subayı.
Falih Rıfkı Atay’ın, “Mustafa Kemal’in Ağzından Vahdettin” kitabını belki okudunuz belki okumadınız. Okuyanlar için bir hatırlatma, okumayanlar için de “anlatma” olsun dedim ve sizler için kısaca özetledim. 
Hadi başlayalım o zaman:

Almanya Seyahati (1917-1918)
Anafaratalar ve Arıburnu Komutanı olarak İstanbul’a giden Mustafa Kemal’e, Enver Paşa’dan padişah vekili sıfatıyla, bir aracı vasıtasıyla müracaatta bulunularak, “Alman İmparatoru Zât-ı Şahâne’yi (Sultan Reşat) genel karargâhına davet etti, Zât-ı Şahâne böyle bir seyahati yapamayacak halde bulunduğundan, Veliaht hazretlerinin Zât-ı Şahâne namına bu seyahati yapmasının uygun olacağını düşündük. Kendisinin refakatinde bulunmayı kabul eder misiniz?” teklifi gelir. Çok iyi Almanca bilen ve Atatürk’ün Harp Okulu’nda öğretmeni olan Naci Paşa da Veliaht ile beraber gidecek, ona tercümanlık edecektir. Mustafa Kemal teklifi kabul eder ve Naci Paşa ile birlikte Veliaht Vahideddin ile tanışmak üzere saraya giderler. 
Odaya girişinden konuşmalarına dek uyuklama halinde olan Veliaht ile tanışmalarının ardından Naci Paşa ile Mustafa Kemal’in aralarında şöyle bir konuşma geçer:
– Zavallı, bedbaht, acınacak adam! Bunlarla ne olabilir?
– Öyledir.
– Bu zavallı yarın padişah olacaktır, kendisinden ne beklenebilir?
– Hiç!
– Biz ki aklımız, mantıkımız vardır, biz ki memleketin mukadderâtını, hâlini ve geleceğini anlamış insanlarız, ne yapabiliriz?
Naci Paşa:
– Güç! der…
Sene 1917’dir…

1917 yılının son günleriyle 1918 Ocak ayının ilk günlerini kapsayan seyahat başlayıp da tren İstanbul’dan uzaklaşınca, geleceğin padişahı adeta başka bir adam haline gelir. Uyuklayan Veliaht’ın yerini, merak eden ve sorgulayan Veliaht almıştır.

Mustafa Kemâl’in zihninde, “Bu adamla, kendisini aydınlatmak ve kendisine yakından ve samimi yardım etmek şartıyla bazı işler mümkündür.” kanaati oluşur. Bu görüşünü gerek Naci Paşa’ya, gerek diğerlerine söyleyen Mustafa Kemâl, Veliaht’ı bu şekilde hazırlamanın memleket çıkarları adına bir görev olduğunu belirtir. Almanya seyahati, Mustafa Kemâl’in Osmanlı Hanedanı ile ilk yakın temasıdır.

“İstanbul’a gittiğim zaman düşünürüm”
Berlin’de Alman İmparatoru’nun misafiri olarak Adlon Oteli’nde kalırlarken birkaç gazeteci Veliaht’tan mülakat isterler. Gelin, gazetecilerle yapılan görüşmenin ardından salonda baş başa kalan Vahideddin ile Mustafa Kemâl arasında geçen konuşmaya kulak misafiri olalım:
Vahdettin:
– Ne yapmalıyım?
– Osmanlı tarihini biliriz; bu tarihin birçok safhaları vardır ki, sizi endişe ve korkuya sevk eder ve bunda haklısınız. Ben size bir şey söyleyeceğim, o nispette hayatımı size ortak edeceğim, memnun olur musunuz?
– Söyleyiniz!..
– Henüz padişah değilsiniz, fakat Almanya’da gördünüz ki, İmparator, Veliaht ve prensler hep bir iş üzerindedir. Neden siz bütün işlerden uzak kalasınız?
– Ne yapabilirim?
Atatürk: 
– İstanbul’a gider gitmez bir ordu kumandanlığı isteyiniz. Ben sizin Erkân-ı Harbiye reisiniz olurum.
– Hangi ordunun kumandanlığını? 
– Beşinci ordunun kumandanlığını… (Bu ordu Liman Von Sanders’in emrinde bulunan veya bulunması gereken ve Boğazların savunmasına memur ordu idi.)
– Bu kumandanlığı bana vermezler.
– Siz isteyiniz…
– İstanbul’a gittiğim zaman düşünürüm.

“İstanbul’a gittiğim zaman düşünürüm” cevabı Mustafa Kemâl için ümit kırıcı bir cevap olur. 

36’ıncı Padişah Vahidettin
Nitekim 1918 yılının 3 Temmuz günü Sultan Reşad vefat eder ve yerine Vahideddin geçer. O günlerde sağlık sorunları dolayısıyla Karlsbad’da olan Mustafa Kemâl bir telgraf çekerek otuz altıncı Padişah Vahideddin’i tebrik eder.
İzzet Paşa tarafından yurda çağrılan Mustafa Kemâl, yeni padişah Vahideddin’in salonuna Naci Paşa kılavuzluğunda girer. Vahideddin’in hareketlerinden, seyahat arkadaşlığı yakınlığının devam ettiğini görür. Çok mühim bir anda Osmanlı tahtında olduğunu izah ederken:
– Seyahatimiz esnasında bütün fikirlerimi çok açık dille söylemiştim. Bu dakikada aynı tarzda görüşmeme müsaade buyrulur mu?
– Hay hay!
– Başkumandanlığı üstleniniz, kendinize vekil değil, erkân-ı harbiye reisi tayin ediniz. Her şeyden evvel orduya sahip ve hâkim olmak lâzımdır. Ancak ondan sonra düşünülecek uygun kararlar uygulanabilir. (Mustafa Kemâl’in yaptığı uzun konuşmanın esas noktası bu cümlelerdedir.)
– Sizin gibi düşünen başka komutanlar var mıdır?
– Vardır efendim.
– Düşünelim. 

Anadolu’yu bıraktı, İstanbul’a baktı!
Birkaç gün sonra Naci Paşa, padişahın Mustafa Kemâl ve İzzet Paşa ile birlikte görüşmek istediğini söyler ve ikisini huzuruna çağırtır. Vahideddin’in çok ihtiyatkâr olmasından dolayı neticesiz bir görüşme olur. Daha sonra padişahla tek başına görüşmek ister Mustafa Kemâl. Görüşür de.
Mustafa Kemâl aynı minvalde konuşmaya başlayınca Vahideddin:
– Paşa! Ben her şeyden evvel İstanbul halkını doyurmak mecburiyetindeydim. İstanbul halkı açtı, bunu temin etmedikçe alınacak her tedbir isabetsiz olurdu! der ve yine eskisi gibi gözlerini kapatır.
Veliahtlığında nefret duyduğunu söylediği Talat ve Enver Paşaları görevlendirmişti. Bu tavrıyla; “Siz vazife ve yetkiniz üstünde benimle laubalilik mi etmek istiyorsunuz?” demek istiyordu.
Görüşmenin sonlanmasını, “Bu maksadı anladıktan sonra Vahideddin karşısında benim vicdani görevim son bulmuştu. Ayağa kalktım. İzin istedim. Gözlerini kapadı ve hiçbir şey söylemeksizin elini uzattı.” sözleriyle dile getiren Mustafa Kemâl, Pera Palas’taki dairesine geldiğinde, “Hacı zannettiğimiz biri koltuğunun altından Haç’ı çıkartmıştı.” diye düşünür.
Bir gün namazdan evvel Başkumandan Vekili Enver Paşa, İzzet Paşa, Vehib Paşa ve diğer kumandanlar ile namaz vaktini beklerken, Naci Paşa, namazdan sonra padişahın özel salonda kendisini görmek istediğini söyler. Vahideddin, salonda olan iki Alman general karşısında kendisi hakkında kısa bir nutuk söyleyerek, “Çok takdir ettiğim ve güvendiğim bir kumandan!” sözleriyle tanıtır Mustafa Kemâl’i. Sonra da kendisini Suriye’ye kumandan tayin ettiği haberini verir.
Mustafa Kemâl bir entrika karşısında bulunduğunu anlar.
Az önceki salona döndüğünde, Vehib ve Enver paşalar kendisine gülüyor, bazıları ise hissiz duruyorlardır. Onlara gereken cevabı veren Mustafa Kemâl, salonun bir köşesinde kendi aralarında konuşan Balkan Savaşı kumandanlarının Türk neferleri hakkında ettikleri, “Efendim, bu Türk neferlerinden hayır yoktur, bunlar hayvan sürüsüdür. Yalnız kaçmayı bilirler. Böyle hissiz bir sürüye kimse kumanda edemez.” sözlerine:
“Paşam, biz de askeriz, biz de bu orduya kumanda etmiş adamız. Türk neferi kaçmaz, kaçmak nedir bilmez. Eğer Türk neferinin kaçtığını görmüşseniz, derhal kabul etmelidir ki, onun başında bulunan en büyük kumandan kaçmıştır. Eğer siz kaçtığınızın alçaklığını Türk neferine yüklemek istiyorsanız alçaklık ediyorsunuz!” der. Muhatap bu sözleri kimin söylediğini öğrenince bir daha kimseden bir ses çıkmaz.

Hem uzun, hem kısa
Suriye’deki görevi sırasında Mondros Mütarekesi imzalanır. Yedinci Ordu Kumandanı olarak diğer ordu kumandanlıkları ile pek çok yazışma yapar. (Kitapta yazışmaların pek çoğuna yer verilmiş.)

Bu yazışmaların kitapta yer alması ile Türk aydınlarının vicdanî ve fikrî olarak düşünmeye davet etmek ister.
İstanbul’a döndükten sonra Vahideddin ile tekrar görüşme talep eder.. 
Görüşme kabul edilir ve Cuma selamlığına gider. Namazdan sonra yapılan görüşme “zaman itibarıyla uzun, fikir alışverişi itibarıyla kısa” bir görüşme olur. 
Vahideddin:
– Ordunun kumandan ve subayları eminim ki seni çok severler, onlardan bana bir fenalık gelmeyeceğine teminat verir misin?
– Ordunun aleyhinize bir harekete giriştiğine dair bilgi ve hisleriniz mi var efendim?
Vahideddin gözlerini kapatır, olumlu ya da olumsuz bir cevap vermez ve soruyu tekrar eder.
Mustafa Kemâl:
– Gerçi ben İstanbul’a geleli birkaç gün oldu, buradaki durumu yakından bilmiyorum; fakat ordu komutanları ve subaylarının Zât-ı Şahânenizle karşı karşıya gelmesi için hiçbir sebep olabileceğini zannetmiyorum. Onun için, hiçbir kötülük gelmeyeceği noktasında bana güvenin.
Vahideddin çok örtülü bir tarzda:
– Yalnız bugünden bahsetmiyorum, bugünden ve yarından,
Ve devamında:
– Siz akıllı bir kumandansınız, arkadaşlarınızı aydınlatıp yatıştıracağınıza eminim… der.

“Yollar çok, mıntıkalar çok!”
İstanbul sokakları İtilaf devletlerinin süngülü askerleriyle doludur. Boğaziçi düşman zırhlılarından görünmez haldedir. İstanbul halkı sindirilmiştir.
Artık adi bir mendil gibi ayak altında çiğnenen bu çevrede hâlâ bir saltanat, bir hükûmet, bir varlık olduğunu zannedenlerin varlığı şaşırtıcıdır.
Ne saray ne de hükûmetten ümit kalmadığını, bu gidişle vatanın hayrına herhangi bir barış elde etmenin imkanı olmadığını gören Mustafa Kemâl, kendisi gibi düşünen arkadaşları ile Şişli’deki evinde toplantı üzerine toplantı yapar. Vahideddin’i öldürmekle, hükûmeti düşürmekle köklü bir neticeye ulaşmanın imkânı olmadığına, nihayetinde yeni hükümdarın da yeni hükûmetin de düşman süngülerinden kurtulamayacağı kanaatine varırlar. 
O tarihte Barışı Hazırlama Komisyonu’nda askerî uzman olarak bulunan, daima en iyi anlaştığı dostu olduğunu söylediği İsmet (İnönü) ile Şişli’deki evinde yalnız görüşür ve ona, hiçbir sıfat ve yetki olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve kendisini o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisidir diye sorar.
Gülerek, “Yollar çok, mıntıkalar çok!” cevabını verir İsmet bey.

“Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş”
Mustafa Kemâl’i İstanbul’dan uzaklaştırmak için yapılan planlar Mustafa Kemâl’in işine gelir. “Samsun ve çevresinde birçok Rum köyü Türkler tarafından saldırıya uğramaktadır, Osmanlı hükûmeti bu saldırıların önüne geçememektedir, bu bölgenin emniyet ve huzurunu temin etmek boynumuzun borcudur” diyerek Mustafa Kemâl’i, Türkler Rumlara zulmediyor mu etmiyor mu anlasın diyerek Samsun’a yollama niyetinde olduklarını söylerler. Mustafa Kemâl vazifeyi kabul eder.
Göreve, Anadolu’da bir takım millî teşekküllerin belirdiği, onları da ortadan kaldırmak gerektiği eklenir.
Mustafa Kemâl de talimatnameye eklemeler yaparak kendi yetki alanlarını genişletir. Mustafa Kemâl, böylece bütün Doğu vilayetleri için Ordu Müfettişliği görevini üstlenir.
Atatürk bu gelişmeyi Falih Rıfkı’ya; “Bakanlıktan çıkarken heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önünde geniş bir âlem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim” sözleriyle anlatır.
9’uncu Ordu Müfettişliğini geciktirmek için bir sebep kalmayıp, bütün muameleler bitip hazırlıklar tamamlanınca, müfettişlik karargâhını Samsun’a nakledecek vapur 16 Mayıs 1919 günü Galata Rıhtımı’nda sabahtan akşama kadar hareket emrini bekler haldedir. Mustafa Kemâl veda etmek üzere Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği’ne ve diğer nazırlıklara gider. Bu arada Yunan da işgale başlamıştır. Nazırlar telaş içindedir. “Ben memleketin başına neler geleceğini tahmin etmiştim ama kimseye anlatamamıştım” sözleri geçer içinden.

Vedâ!
Doğrudan doğruya Bandırma Vapuru kaptanına emir verebilme yetkisini alır Mustafa Kemâl. Vahideddin ile son görüşme için Yıldız Sarayı’na gider. Sarayın penceresinden görülen manzara, toplarını saraya çevirmiş düşman zırhlılarıdır.
Vahideddin:
– Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir, tarihe geçmiştir. Bunları unutun, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin!
Vahideddin demek istiyordu ki, “Hiçbir kuvvetimiz yoktur, Tek dayanağımız İstanbul’a hakim olanların siyasetine uymaktır.”…
Mustafa Kemâl’den de halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırması ve bu siyasete karşı gelen Türkleri yatıştırması isteniyordur.
“Merak buyurmayınız efendimiz” ve “Muvaffak ol!” sözleri ile saraydan ayrılan Mustafa Kemâl veda etmek için Şişli’deki eve gider. Yolda, bu hareketine ya müsaade edilmeyeceği ya da vapurun Karadeniz’de batırılacağını söyler bir dostu kendisine. Bir kurmay subay da maiyetinde çalıştığı bir Damat’tan aynı şeyleri öğrendiğini söyler. Mustafa Kemâl hızla rıhtıma hareket eder, açıktaki vapura biner. Vapur Kızkulesi açıklarında durdurulur ve uzunca bir kontrole tabi tutulur. 
Yirmi yedi yıllık kaptana demir aldıran Mustafa Kemâl, Boğaz’dan Karadeniz’e çıkarken kaptana tehlikeleri anlatır. “Ne aksi,” der kaptan. “bu denizi tanımam, pusulamız da bozuk!”
Mustafa Kemâl’in tek isteği Anadolu’nun bir kara parçasına ayak basmaktır.
Mümkün olduğunca kıyıları takip edilerek Sinop’a varırlar. Mustafa Kemâl Sinop’tan Samsun’a kara yolu olmadığını öğrenince tekrar Bandırma Vapuru’na binerek, 19 Mayıs 1919 günü Samsun Limanı’na ulaşırlar.

İşte o gün, 1919 yılının 19 Mayıs günü, bir ülkenin, bir vatanın, bir bayrağın, bir halkın kurtuluş gününün başlangıç günüdür.
****
Bu yazımda size Falih Rıfkı Atay’ın “Mustafa Kemâl’in Ağzından Vahideddin” kitabından alıntılar yaptım ve kısa bir özet hazırladım.
İstedim ki İstanbul’u kurtarmak için Anadolu’yu gözden çıkartan Padişah ile, Osmanlı sınırları içinde yaşayan bir milleti kurtarmak için sarayı ve tüm unvanları gözden çıkartan bir askeri, bir lideri, bir insanı; bu zaman diliminde Veliaht, Padişah, Devlet ve bir Osmanlı subayı arasındaki ilişkileri iyi anlasın okuyanlar.
Mustafa Kemâl ve arkadaşları saraya ihanet ettilerse de vatana ihanet etmediler.
Mustafa Kemâl ve arkadaşları sarayı feshettilerse de saraylıları idam etmediler.
Mustafa Kemâl ve arkadaşları Osmanlı’nın hiçbir sarayını talan etmedi, sarayları vandallıkla talan etmedi. 
Mustafa Kemâl ve arkadaşları halka eziyet edip onların üzerinde ezici bir hakimiyet kurmaya çalışmadı.
Mustafa Kemâl ve arkadaşları Osmanlı Devleti’nden kurtarabildikleri ile gencecik bir Türkiye Cumhuriyeti devleti kurdu.
Ki bu devlet içinde yaşayan “siz biz hepimiz” bir başka ülkenin değil, Osmanlı’nın tebaasıydık. 
Şunun altını iyice bir çizelim; Osmanlı bir aileydi, biz Osmanlı değildik. Biz sadece Osmanlı tebaasıydık. Osmanlı da İstanbul haricini çoktan gözden çıkartmıştı zaten. Sanıyordu ki Anadolu’yu verirse İstanbul kendisine kalacak. Sanıyordu ki kendisi İstanbul’da Padişah olarak yaşayacak.
Yanılan sadece Osmanlı değildi. Halk ile arasındaki rabıtayı kopartan, halkı hayvandan aşağıda konumlandıran tüm krallıklar gidiciydi.

Yine şimdi “siz biz hepimiz” Türkiye Cumhuriyeti’nin tanıdığı, seçme ve seçilme özgürlüğü olan, kimlikli, kişilikli, bayraklı, topraklı, devletli T.C. vatandaşlarıyız. 
Başkaları değiliz. Taa Göktürkler’den, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan bugünlere ulaşan bir milletiz. 
Bunu silmek ve bizleri yeniden ümmet haline getirmek, kimliksizleştirip kişiliksizleştirmek isteyenlere karşı vazifemiz; nereden geldiğimizi ve bu vatanın nasıl yoktan var edildiğini iyi bilmek, iyi öğrenmek, iyi öğretmek.
Ve;
Akan onca kana, her alanda verilen onca savaşa “onurlu yaşayarak, dimdik ayakta kalarak” layık olabilmek…

19 Mayıs 2020 / C.E.Y.

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.