Azınlık …

Pepo Zarko Köşe Yazısı

Sevgili Arkadaşlar;
Bugün kendimden bahsetmek istiyorum. Öncelikle bilmenizi isterim ki, biz asırlardan beri, sülalece İstanbulluyuz, İstanbul ‘da yaşadık. Atalarımın ataları, ta İspanya’larından Osmanlı topraklarına gelen, yerleşmiş ve gelenmek onu işte çalışmış. Dedemlerin nesliğinde Osmanlıydı. Onlar, Osmanlı zamanının hazırlanmasıydı ve o günün şartlarında, ” eğitim almasak ta olur ” diyen bir zihniyete sahiptiler. Bir zanaat veya iş sahibi olmak, yeterdi o devirde. Onlar okurken yazmayı çıkarmadan yaşadılar. -ki Latin harfleri devreimi oluşturabilirken safra mecburiyetten çat-pat sökebildiler- Elbet ki istisnalar kaideyi bozmazdı ve aradılar okuma arzuylauyla tutuşanlar tabi ki vardı. -mesela tıp sitesinde ünlü doktorlar- Ancak onun için iki dedem durumunda olan ailelere göre -ki fukaralıkta önemli bir sebepti okumamak için- eğitim ikinci belki de önemsiz arz ederdi. Onlar, Atatürk ve 1881’den önce doğanların nesliydi. O nesil böyle doğdu, böyle çalıştı, böylede öldü.
Anne ve babalarımız, hatta Osmanlı’nın oğlu demlerinde dünyaya gelen (1910-1920 gibi) en büyük amca, gelince ve teyzelerimize gelince: orada kendi ailelerinde küçükte olsa bir zamanda vardı. O’da; Onlar Artık CUMHURİYET ÇOCUKLARIYDI !! Yani Cumhuriyetle haşır-neşir yaşamış insanlar…
Yalıtılmış ebeveynlerimizin gelecekle ilgili geçmişi kendi anne ve babalarından farklıydı. Osmanlı döneminden kalma eğitimsizlik alışkanlığı, Cumhuriyetle birlikte okula gitmenin mecburiyetinde -ki yasaları- çocuklar ilkokulu okudular. Babam pek okumayı sevmezdi ama annem okumayı ve yazmayı çok severdi.
Ama bizler !! 2. Dünya savaşından sonra dünyaya gelenler. İllaki okuyacaktık !! Evet !! Anne ve babalarımızın tek arzusu buydu. Ne olurlarsa olsun; illaki okusunlar. Cahil kalmasınlar. Aydın birer birey olsunlar. Anne ve babalarımızın bizleri okutma isteğimizi; Türkiye’nin savaşa girmemesine rağmen yaşadıkları Nazi Faşizminin derin izlerini yaşamalarıydı…
Çünkü; 2. Dünya savaşının en korkulu ve bilhassa soykırımlarının yaşandığı o zaman, aşırı milliyetçilik akımı ülkemize de geldi. Atatürk milliyetçiliğini yanlış anlayan; ama işlerine geldiği gibi Atatürk’ün sahibi o kendini bilmez bir kesim tabiri caizse haydut sürüsü, gayrimüslelerinin yaşadığı sırada adeta Nazi Faşizmini estirdiler. -ne tesadüf ki 1933’te Hitler Almanya başkanıydı-
Çanakkale’de bir zamanlar Türk askeriyle birlikte, omuz omuza, aynı cephede birlikte savaşan; gayrimüslim Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları; sırf dinlerinin farklılığından birinde düşman görüldüler bu odadace. Nitekim; bilhassa Trakya’da, (Bursa’da bilerek kadarıyla, Çanakkale gibi yerlerde de…) Musevi Vatandaşlarına yapmadıklarını bırakmadılar. Bazı Musevi esnaflardan haraç aldıkları yetmezmiş gibi kadın ve kızlarımıza tecavüzler oldu. Bir tarafta Avrupa yanıyordu, bir tarafta yerli azınlık halka milliyetçilik maskesi adı altında korkuyla birlikte zulüm uygulanıyordu. Korku yayılan bir şeydi ve İstanbul’a da yayıldı tabi.
Nazi Faşizminden kaçan yüzlerce Musevinin, Karadeniz sahillerinde bir Rus denizaltısı,, çoluk çocuk yaşlı genç demeden bombalanıp ÖLDÜRÜLMESİYDİ!
Anne Yüreği. Dişi kuş misali. Yavrusunu korurken kartal kesilen onu anne gibi anneanne ve babaannelerimiz de yavrularını bu zulümden tutarak istediler. Filozof gibi olan sevgili anneannemde; en küçük yavrusunu, 18 yaşında, gelecek vaat eden bir delikanlıyı, (küçük dayım ve adaşım) yurt dışına adeta kaçırdı. Babayiğit bir kadındı anneannem. Cengaver gibi. Tek derdi vardı. Yaşamak. Ama İnsan gibi, eskisi gibi Özgürce. Ailesi ve Çocuklarıyla. Para olmasa da onu. Çalışılır kazanılırdı. Ama özgürce nefes almak? ” İşte ona paha biçilmez ” derdi rahmetli anneannem. niyeti; evlerine kadar yaklaşan tehlikesine karşı ailesini koruyabilir.
Anneannem. Pamuk yanaklı öpmekten doyamadığım bilge kadın. Kendi neslinin bir istisnası olarak hep okuyan bir kadın. İspanyolcayı ve Fransızcayı anadili gibi bilen bir efsane. Gençlik fotoğrafları vardı mesela. O 1920’li yıllar boyunca. Pah pahlı ve alımlı. Savaş şartlarında devlet (seferberlik gereği) dedemi de askere alınca o tek başına bütün aileye kol kanat germiş. Tek başına asılı musallat olanları safı ” deli cesaretiyle ” kovalamış. Anlayacağınız roman konusu olacak bir kadın. Anneannem. İşte bu şartlarda önce en küçük oğlunu yolladı yurt dışına. Ha bu arada, sakın yanlış anlamayın; dayım ve amcalarım yasal yollarla çıktı ülkeden ama gerçek; bir daha dönmemek üzere olduğuydu. Çünkü plan ” Bizde geliyoruz… ” du. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.
Savaş bitti. Bitti ama, çapulculuğa, her türlü avanta ve pisliğe alışanlar; savaşın sonunda tüm dünyayı esen ” barış, özgürlük ve aşk ” rüzgarının ülkemize esmesini bekledi. İşte o zaman fırtına dindi ve hayat normale döndü. Hayat normale dönünce de kalan erkek evlatlar eski işlerine geri döndüler. Bugünün zengin azınlık kesimi o dönemde bir sonucudur. Türkiye ise, savaşın bitmesiyle geçen demokrasi rüzgarına yeni bir yön verdi. O’da Çok Partili Dönem.
Çoğulcu demokrasiye geçiş tüm hızıyla başlamıştı artık. Ancak; savaşmayı bırakarak mecburi yokluğun faturasını halk; hükumete çıkardı.-ki ekmek kömürü gibi temel maddeler karneye bağlanmıştı savaş şartlarında- Hükumetse; yanlış yönlendirilmelerle çok yanlış hamleler yaptı. Nihayetinde 1950’de CHP seçimleriyle devri bitti, Demokrat Parti devri başlamış oldu.
Ben 1955 doğumluyum. 5 ve 6 Eylül olayları yaşanırken 2 aylık safra değilim. Lakin tarih asla yanılmaz. Savaş yıllarındaki aşırı milliyetçilik hareketleri birilerince yeniden hortlatıldı. Bir şayia sadece. Sadece 3 kelime. ” Atatürk’ün evi bombalandı !! ” O kadar. O kadar ama; yobazların, çapulcuların, gözü dönmüşlerin, fırsatçıların ve eşkıyaların fitilini ateşlemeye henüz saftaydı. (Hepsi arşivlerde saklı, o günler.) Yağma, talan, gasp, darp, cinayet ve tecavüz !! Hukumet? Göz yumdu !! Ta ki ertesi güne kadar. Bizi? Bizi Komşumuz Şefik Ağbi ve Ailesi KURTARDI !!
Bir zamanlar aynı mahallede yaşayan Ermeni, Rum, Musevi, Laz, Kürt, Alevi, Çerkez vd… Kim vardır. İnsanca bir arada. Bir mozağın temel taşları gibi. Aramızda Dostluğun, Kardeşliğin, Aşkın, yaşandığı o güzelim dünya. Yavaş, yavaş ayrışmaya başladı. Bilhassa Rum Vatandaşlar. KORKUDAN’ın mallarını ve Mülklerini bırakarak, KAÇMAK ZORUNDA KALDILAR’da yaşadıkları o acı dramdan sonra yaşadılar.
İşte onun için biz okutulduk. Bilhassa okutulduk. Bizim nesilden ben hariç boş adam yok. Herkesin bir iş gücü var. Diyebilirim kiğini ununu elemiş, eleğini asmış; rahat bir yaşam sürüyor. Benim gibi birkaç kişi süründüklerinden birini farklı çareler aradılar. Kimi yurtdışına gitti, kimi benim gibi köy gibi yerlere yerleşti. -kiçin durumu yine de benden iyidir onu şeye rağmen-
Ben Erdek’i seçtim. Buna göre en büyük neden; İstanbul’daki hayat pahalılığı, gürültüsü, betonu. Ama Erdek! Bulunmaz tabiatı, batan güneşi, tertemiz denizi. Birde İstanbul’a yakınlığı. Anca yaşadıkça anlıyorum ki; ”Ha! Burada da hiçbir şey göründüğü gibi değil ”. Ama yinede seviyorum Erdek’i.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.