Atatürk’ün Ölümünden Sonra Türk-Yunan İlişkileri Neden Bozuldu?

AYDIN ÖMEROĞLU KÖŞE YAZISI

Geçen haftaki yazımda, Türk Devrimi’nin yol açtığı 1930 ruhu konusunu açıklamaya çalıştım.
Anımsarsak, 1930 ruhu; özünde anti-emperyalist içeriği olan, Türkiye ile Yunanistan arasında “ortak pazar” ilişkileri öngören bir süreçti.
Atatürk’ün ölümünden sonra bu süreç iç ve dış koşulların etkisiyle giderek önemini yitirmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünyada oluşan dengeler bu sürece ölümcül darbe vurdu. 1930 ruhu, deyim yerindeyse, can çekişme aşamasına girdi. Türk-Yunan ilişkileri giderek bozuldu.
Neden?
Bu sorunun yanıtını, Atatürk’ün ölümünden sonra başlayan Türk Devrimi rotasından adım adım uzaklaşılmasında aramak gerekir diye düşünüyorum.
Tarih bilgilerimiz üzerindeki külleri biraz üfleyelim. İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında yapıldı. Gazi Mustafa Kemal açış konuşmasında şu uyarıda bulundu:
“Yeni Türkiye’mizi hak ettiği yere ulaştırabilmek için, mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız. Çünkü zamanımız tamamen bir iktisat devresinden başka bir şey değildir.”
Gazi Mustafa Kemal bu uyarısıyla, emperyalist ekonomiler ile Rusya’da yapılan 1917 Ekim Devrimi’nden sonra uygulanmaya başlanan sosyalist ekonomi arasındaki rekabet gerçeğine işaret ediyor, dikkat çekiyordu.
İzmir İktisat Kongresi’nde kalkınma modeli olarak devletçi karma-ekonomi benimsendi.
Devletçi karma-ekonomi, özel ve devlet sektöründen oluşan bir modeldir. Tarihçesi hakkında özetle şu söylenebilir: Sanayi devrimi, Batı Avrupa’nın belli başlı ülkelerinde ve ABD’de kapitalist ekonominin kurulmasına yol açtı. Makineleşen üretim sürecinde toplum, üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkı olan patron (burjuva) sınıfı ile emeğini satan işçi sınıfı diye ikiye bölündü. Kapitalist ekonominin vahşi döneminde halkın ihtiyaçları yeterince karşılanamayınca, devlet ekonomiye müdahil oldu. Kapitalist ekonomi devletçi karma-ekonomi niteliğini aldı. Zamanla, özel ve devlet tekellerin oluşmasıyla birlikte bu ekonomiler emperyalist nitelik kazandı.
Yeni Türkiye’nin kalkınması konusunda 1929 dünya ekonomi bunalımına kadar, Mustafa Kemali’in başında olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin halkçılık yaklaşımı ile özel sektörü öncelikleyenler arasında bir mücadele sürdü. “İlerici Cumhuriyet Partisi’”nin kuruluşu, iki çizgi arasındaki mücadeleyi su yüzüne çıkardı. Emperyalizm gerçeğini kavrayamamanın ve geçmişe özlem zaafları içinde dinsel duygulara hitap ederek oy devşirmeye yönelinmesi, bu Parti’nin kapatılmasına neden oldu. “şahsi özgürlüğü her sahada kutsal sayacağız.” , “devletin görevleri en aşağı sınıra indirilecektir.” politikası izleyen “İlerici Cumhuriyet Partisi”, bu ekonomi politikasıyla, emperyalist ve sosyalist ekonomiler arasındaki rekabet gerçeğinde başarısız kalacağını ilân etmiş oluyordu. Nitekim, 1929 dünya ekonomi bunalımına kadar özel sektörün önceliklendiği politika bundan sonra terkedilmiş, kalkınmada devletçilik ağırlık kazanmıştır. Deneyimlerin ışığında Türk Devrimi’nin düşünsel temeli olan “Altı Ok” Anayasa’ya konmuştur. Devletçiliğin halkçılık anlayışı içindeki uygulamalarıyla kısa zamanda her alanda takdire değer başarılar kazanılmıştır.
Atatürk’ün ölümünden sonra, Devrimi’in barış koşullarında devam ettirildiği süreçte iki çizgi arasındaki rekabette özel sektörü öncelikleyenler Devrim’in mayasını oluşturan halkçılık ilkesinden giderek uzaklaşmaya başladı. Bu süreçte; palazlanan ve devşirilen özel sektörün, Devlet’in yasama ve yürütme erklerinin Devrim’e epey yabancılaşmış olmaları nedeniyle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya siyasetinde oluşan dengelerin gerçekçi ve akılcı bir yaklaşımla değerlendirebileceği maddî ve manevî bir yapılanmadan yoksun kalındı. Çünkü Mustafa Kemal’in İzmir İktisat Kongresi açış konuşmasında dikkat çektiği şu gerçek çabucacık unutulmuştu:
“Efendiler, tarih, milletlerin yükselme ve düşmesi sebeplerini ararken birçok siyasî, askerî, sosyal nedenler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu nedenler, sosyal olaylarda etkilidir. Fakat bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselmesiyle, düşmesiyle ilgili ve ilişkili olan milletin ekonomisidir. Tarihin ve tecrübenin belirlediği bu gerçek, bizim millî hayatımızda ve millî tarihimizde de tamamen görülmüştür. Gerçekten Türk tarihi araştırılırsa bütün yükselme ve düşme sebeplerinin bir iktisat meselesinden başka bir şey olmadığı anlaşılır. Efendiler, tarihimizi dolduran bunca başarılar, zaferler veyahut yenilgiler, yok olmalar ve felâketler, bunların, tümü; gerçekleştikleri devirlerdeki iktisadî durumlarımızla ilişkili ve ilgilidir.”
“Devletin malı deniz, yemeyen keriz.” zihniyetiyle devletçiliği sınıfsal ve bireysel çıkarları için kullanan özel sektör, onu öncelikleyen yasama ve yürütme erkleri, Batı-Doğu Blokları arasında bağımsız kalabilme iradesini gösteremedi. Sınıfsal ve bireysel güven ve çıkarlar için Batı Blok’u içinde yer alma, ABD şemsiyesi altına sığınma tercih edildi.
Bundan sonra, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların iki ülkenin iradesiyle çözülmesinin önü kapandı. ABD tazıya tut tavşana kaç politikası ile iki ülkeyi “komünizm”öcüsüyle silahlandırdı. Devrim’in dış politika çizgisinden uzaklaşıldığından, Kıbrıs sorununun barışçıl ve diplomatik yoldan çözümü mümkün olmadı. Daha öncesinden “Varlık Vergisi”, Kıbrıs sorunu, 6/7 Eylül 1955 olayları, “Oturma-Ticaret ve Denizcilik Sözleşmesi”nin 17 Mart 1964 tarihinde İnönü Hükümeti tarafından tek yanlı yürürlükten kaldırılması, 1930 ruhuna nihayi öldürücü darbeyi vurdu. Bu tarihten sonra Türk-Yunan ilişkileri Atatürk ile Venizelos’un başlattıkları dostluk ve sıkı işbirliği dönemine bir türlü dönmedi.
Kıssadan hisse:
1.Türk Devrimi’nin; askerî, siyasal ve ekonomik başarıları, Türk-Yunan ilişkilerine tarihsel bir boyut kazandıran 1930 ruhunun doğmasına yol açtı .
2.Türk Devrimi’nden uzaklaşma; hem ülke ve halkı, hem de Türk-Yunan dostluk ve sıkı işbirliğinin aleyhine sonuçların meydana gelmesine neden olmaktadır.
3. Hatalardan ders alınmak isteniyorsa, yapılacak olan; Türkiye’nin bekası ve halkının refahı için Devrim’i günümüz koşullarına uyarlayarak, aklın ve bilimin yolunda milletçe kader birliğinde uzlaşmaktır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.