AKP’nin ’rezaleti’, CHP’nin ’çapsızlığı’

 Bildik bir fıkradır aslında hatırlarsınız.

Adamın birisi pazar yerinin ortasında, herkesin içerisinde çeker silahını ve hasmını vurur. Pazarcı esnafı hemen adamı oracıkta yakalar. Tutuklanır ve mahkemeye çıkar.

Hakim sorar, “anlat bakayım evladım neden vurdun çocuğu?”.

Sanık dirençli çıkar, “avukat istiyorum, avukat gelsin”.

Hakim duruma anlam veremez, “evladım avukatı ne yapacaksın? Herkesin önünde vurmuşsun çocuğu, avukat ne diyecek?”

Sanık gayet sakin, “valla bende merak ediyorum, bakalım ne diyecek?”

Son günlerde ülkemiz rüşvet ve yolsuzluk operasyonları ile sarsılınca, bu rüşvet sarmalına hükümetin dört bakanının çocukları ve kendileri karışınca, sözde “Müslüman iktidar saikleri”nin aslında ekonomik çıkar peşinde oldukları ortalığa serilince, ben de merak etmeye başladım, bakalım Başbakan ve AKP kurmayları ne diyecek diye!

Ezber değişmedi.

“Dış güçler”, “komplo”, “hükümetimizi yıpratma çabası”, “faiz lobisi”, “devlet içinde çeteler”, “dışarıdaki çeteler”, “din-iman-Müslümanız-memleket sevdalısıyız” teraneleri, çekinmeden ve sıkılmadan toplumun hassasiyetlerine gönderme yaparak “Allah’tan başka sığınacak yerimiz yok, korkumuz yok” lafazanlığı, din istismarı, inanç istismarı ile yolsuzluğu, hırsızlığı “geçiştirme” çabaları… Tüm bu laflara kim inanır bilemedim.

Ama ben asla ama asla ikna olmadım. Gerçek Müslüman’dan hırsız olmaz. Olmamalı.

Her şey ve istismar o kadar “sırıtıyor ki”, sanırım AKP’nin en sadık seçmenleri bile inanmamıştır bu laflara. En fazla “bizim çocuklar çalmışsa, parayı ulvi bir davada kullanacaktır, ne var ki bunda” hovardalığında olmuşlardır.

Bazen bu açıklamalar komik noktalara uzandı. “Hem İçişleri Bakanının oğlunu gözaltına alıyorlar, hem de içişleri bakanına haber bile vermiyorlar” türünden mesela. Sonuçta İçişleri Bakanının oğlunun evinde tonlarca para ve bu paraları saymak için para sayma makineleri da çıkınca, biraz sustular.

Ne oldu peki? Ne oluyor?

Söylenen lafların kalabalığını bir kenara bırakırsak ne olduğu çok belli değil mi aslında?

Ortada yaşananlar bir tür iktidarın yeniden paylaşımı kavgası olduğu çok belli değil mi?

Hepimiz biliyoruz ki AKP iktidarı aslında aynı zamanda örtük bir koalisyondu.

Bu koalisyondaki her anlaşmazlık, Tayyip Erdoğan- Fethullah Gülen ikilisinin ittifak halinde  ‘küçükleri’ tasfiye etmesiyle yakın zamana kadar geldi.

Sözde yedeklenen liberallerin, merkez sağ siyasetçilerin birçok bakanının ortadan kaybolmasını hatırlayalım mesela. İktidar sağlamlaştıkça yavaş yavaş tasfiye edildiler yani.

Diğer yandan 10 yılda çok ciddi mali ve siyasi güç biriktiren AKP koalisyonu da çıktı ortaya.

İktidarın yeniden paylaşımında sıra Cemaat-Tayyip Erdoğan cenahına geldi.

Önce Mavi Marmara ve MİT (Hakan Fidan) kriziyle gün yüzüne çıkan kavganın büyüğü dershaneler meselesi ile devam etti ve şimdi ise en büyüğü patlak verdi.

Tayyip Erdoğan daha öncelerinde bu durumu öngörmüş olmalı ki, kendisine alternatif olabilecekleri partisine (muhtemelen bir şeyler karşılığında) transfer ederek (Kurtulmuş ve Soylu mesela) bu çatışmaya hazırlık yapmıştı.

AKP’nin rantiye kadrosu, bürokrasisi ve akrabaları, yeni palazlanan MÜSİAD ve TUSKON etrafında kümelenen İslami sermaye grupları, geleneksel tekelci sermaye grupları, Cemaat’in eğitim-dershaneler zinciri, ABD’nin Ortadoğu çıkarları ekseninde kurulmuş olan çelişkili ittifak içindeki çıkar çatışmaları derinleşti.

Tayyip Erdoğan’ın tüm olup biteni tek başına yönetmeyi arzulaması da çatışmanın çıkışında etkili oldu kanımca.

Bugün Tayyip Erdoğan’ın ABD Türkiye Büyükelçisi üzerinden kendisini iktidara getiren ABD’ye kafa tutması ile durum yeni bir boyut kazandı diye düşünülebilir.

Şimdi kritik soru şu sanırım. AKP bütünüyle gözden çıkarıldı mı, sıkça tekrarlanan tabir ile bir “ayar”  verme faaliyetimi yürüyor?

Bence yolsuzluk operasyonları ile AKP iktidarı bir tür  “revizyona” tabi tutuluyor.

Anlaşılan 11 yıl önce tasarlanan ve AKP eliyle uygulanan “yeni rejimin” yapılandırılması önemli bir eşiğe geldi.

Başta Ortadoğu olmak üzere birçok başlıkta AKP, ABD’nin tercihlerini uygulamak açısından elverişli olma özelliğini yitirmiş durumda.

Bence bundan sonrası için uluslararası sermayenin yeni dönem tercihleri açısından elverişli bir rejim olarak sürdürülebilmesi için planlanmayan veya istenmeyen sonuçların-durumların düzeltilmesine ihtiyaç duyuluyor.

Uluslararası sermayenin ihtiyaçlarıyla AKP’nin iktidarını sürdürme ihtiyacı arasında oluşan açı ABD ve uluslararası sermaye lehine düzeltiliyor.  AKP’nin dirençleri törpüleniyor yani.

Görünen o ki “çatışma” ile “müzakere” iç içe ilerleyecek ve Tayyip Erdoğan iktidarını korumak için tüm olanaklarını seferber edecek. Öyle de yapıyor zaten.

Yine en çok prim yapan argümanlara dört elle sarıldı. Din istismarı, inanç istismarı ve İsrail, Yahudi lobisi gibi seçmen duygusunu okşayan kavramlar Gezi Direnişi sonrasında olduğu gibi yeniden devreye alındı.

Hedef belli oldu. Yolsuzlukların üstünü kapatacak her “dil” kullanılacak ve önümüzdeki yerel seçimler çok büyük bir kazaya uğramadan kotarılmaya çalışılacak. İnandırıcı olsa da-olmasa da “her yol mubah” halleri devam edecek yani.

Bu badire “derin yara almadan” atlatılabilirse eğer “önümüzdeki maçlara bakılacak”. Durum bu yani.

CHP HANGİ ALEMLERDE?

Belli ki ABD politikalarının maksimum oranda gerçekleşmesini sağlayacak  yeni bir  politik zemin inşa edilmeye çalışılıyor. CHP tuhaf bir strateji yürütür oldu çok uzun süredir. AKP’ye karşı yeni bir sağ alternatif inşa edilene kadar, sağ politikacı transferleriyle oylar CHP’ye çekilecek ve AKP’nin sandık meşruiyeti sarsılarak siyasette yeni bir “pozisyon tutulacak”.

Bu durumda hem CHP sağda tutulacak hem de sağ oyların en azından bir kısmı AKP’den kopartılmış olacak.

Bu ne kadar rasyonel bir durum peki?

Bu rol daha çok geçici görevlendirme gibi durmuyor mu? Pişirilen algı sağ seçmen CHP’ye oy verecek yanılgısıdır ki gerçek sonuç tüm denemelerde bu olmamaktadır.

Baykal’dan bu yana birçok kez uygulandı ve işe yaramadığı görüldü aslında.

Maalesef CHP bu hatta çok sert bir şekilde yürümeye devam ediyor.

Ankara’da MHP’li Mansur Yavaş’ın, Hatay’da AKP’nin mevcut belediye başkanı Lütfü Savaş’ın, Antalya Kepez’de AKP’nin eski belediye başkanının, Uşak’tan, Bursa’dan yine bir AKP’linin, Adana’da yolsuzluklarıyla meşhur Aytaç Durak’ın aday gösterilmeleri sağ adaylar projesinin vardığı ilginç noktaları göstermiyor mu?

Bu tercihlerin hiçbirinin CHP’nin parti tabanından gelişmediği de açık.

Zaman zaman demokrasi geleneği ile parti içi demokrasinin işletilmesiyle övünen CHP yöneticileri acaba bu isimleri, CHP üyelerinin ön seçiminden geçirebilirler mi? Sanmıyorum. Bakalım bugünkü Parti Meclisinde ne olacak?

Açıktır ki “yukarıdan” belirlenen/önerilen bu isimler başka bir “siyasal mühendisliğin” ürünü. Bu yanlış akıl CHP tarihinde ne yazık ki hep var oldu.

Daha öncede hatırlanacağı gibi Yaşar Nuri Öztürk, CHP’yi güçlendirecek denilerek transfer edildi ama ne yazık ki CHP, Yaşar Nuri’yi güçlendirdi.

Şimdi de gelecek böyle bir olasılığı barındırmaktadır. Örneğin, Mansur Yavaş’ın altı ay sonra CHP’den istifa edip MHP’ye ya da AKP’ye geçmeyeceğinin garantisini kim verebilir ki? Bu gidişle CHP sağdan oy almak için tüm adayları sağdan devşirmeye doğru gideceğe benziyor. Talihsiz bir politik tercih yani.

Durum iyice belli olduk ki CHP yönetimi halkçı ve toplumcu politikalarla oy alınabileceğine inanmamaktadır. Zaten yönetimde olduğu belediyelerde de ( Eskişehir ve Dikili’yi saymazsak eğer) halkçı politikalar uygulamakta zorlanmaktadır.

Oysa İzmir, Antalya gibi yönetimde oldukları belediyelerde halkçı politikalar hayata geçirip belli zaman dilimlerinde toplu ulaşımı, belli miktarda içme suyunu parasız yapabilseler ve bu ve benzer halkçı politika örnekleri göstererek seçim ortamına çıkabilselerdi durum farklı olabilirdi. Ankara ve İstanbul’da kazanılabilirdi.

Ancak tercih halkçı politikalar üretmek yerine sağ adaylar çıkartmak gibi bir duruma getirilmiştir, ne yazık ki böyle olmuştur.

Anlaşılan odur ki, CHP Haziran Direnişine inanmaktan çok Cemaat’e ve ABD’ye inanmayı tercih etmektedir. Oysa Haziran Direnişinde sokağa çıkanlar başka türlü bir siyasetin kapısını aralamışlardı. CHP ise ne yazık ki bunu göremedi ve seçim sürecine basit bir aritmetik hesap olarak bakmaya devam etti. Yani mesele kaç oy gelir, kaç oy gider hesabına döküldü. Yine ne yazık ki bu hesapları da hiçbir zaman gerçekleşmedi.

Ben de farkındayım ki bugünlerde sağ ve sol politikaların tartışılma hali birbirine karıştı.

Yıllardır bu ülke sağ ve sığ politikalardan dolayı çok yara aldı. İşte son yaşanan yolsuzluk, rüşvet pisliklerinin ortalığa saçılması sağ politikaların “tüketiciliğini” bir kez daha yaşattı hepimize.

Oysa biliyoruz ki sağ ve sol politikalar demek aslında güncel siyasal ve sosyal karşılıkları olan duruşlarda yaşatır bize.

Hem eğitimin, sağlığın, ulaşımın piyasalaştırılmasını savunup hem de sol olunamaz mesela. Hem kadınlara dönük ayrımcılık savunulup hem sol olunamaz mesela. Kürtlerin, Alevilerin eşit yurttaşlık haklarına itiraz ederek; işçilerin çalışma ve örgütlenme hakları tanımayarak; sosyal yaşamı din esaslı düzenlemeye çalışarak sol olunmaz mesela. Bunlar sağ politikaların sonuçlarıdır.

Ama yine önemli bir şey daha var ki bütün siyasi ve idari pratiğini sağ politikaların tahripkârlığında yaşayanları aday yaparak ta halkçı-toplumcu ve sol bir yerel yönetim programının temel alınması beklenemez.

Bunlar çürümüş siyasetçilerin başka hesaplara dayalı taktiklerinin sol/sosyal demokrat tabana mecbur bırakılması halleridir ki. Bunlarla da bu soygun, yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık düzeni maalesef yıkılamaz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.