Siyasi imbik

Türkiye’de siyaset bugüne kadar,
‘karşıtı olunan siyasi düşünce sahiplerinin her zaman toplumun zararına olan,
kötü, yanlış şeyler yapacağı’ varsayımı üzerine kuruldu. Bu nedenle, ‘ne
yapıldığı’ hep siyasi resmin flu alanlarında kaldı; ‘kimin yaptığı’ hep en net,
en önde yer aldı.

Oysa, günümüzde iktidarların, ne kadar kötü niyetli ve
toplumun sadece bir kesiminin çıkarını koruma amacında olursa olsun; birincil
kaygısını ‘meşruiyet’, teşkil ediyor.

Başka bir deyişle, toplumun yaygın
kabulüne ihtiyaç duyuyor.

            Bunun
anlamı, iktidarların, devamlılığını sağlamak için zaman zaman ‘iyi şeyler’ de
yapmak zorunda olması.

Antik çağ, köleci düzeninin
doğrudan demokrasilerini saymaz isek, tüm insanlık tarihi ‘iktidarın, gittikçe
daha geniş toplumsal kesimlere yaygınlaşması tarihi’ olarak da okunabilir.

Ortaokul, lisede ilk öğrendiğimiz konulardan biriydi.

Mutlak monarşiler, meşruti
monarşiler ve nihayet demokrasiler…

Tarihte önceleri ‘mutlak
monarşiler’ vardı.

Eski Mısır’da insanlar, sadece
Firavun’un ölümden sonra yaşadığına inanırlardı.

Diğerleri için ölüm, hiçlik
demekti.

Çünkü onlar, kendilerinin
Tanrı-Kral’a hizmetle yükümlü ikinci sınıf yaratıklar olduklarını düşünürlerdi.

Köleliklerini, çok normal bir
şeymiş gibi yaşarlardı.

Mutlak monarşiler, bu insanlardan
oluşan toplumların üzerinde yükseldi.

Aydınlanma ile, insanlar zihnen özgürleşip, birey olma
yolunda mesafe katettikçe, krallar ve padişahların, Tanrı’nın Dünya üzerindeki
gölgesi oldukları inancı zayıfladı.

Tek kişilik iktidarlarını meşru kılma
zorunluluğu duymaya başladılar.

Bu meşruiyeti; toplumun üst sınıfları ile giriştikleri
iktidar paylaşımında buldular.

Bunun adı ‘meşruti monarşi’ oldu.

Ama, zihnen özgürleşme ve birey
olma virüsü, geri döndürülemez bir şekilde insan beynine yerleşmişti, bir kere.

Toplumsal mücadeleler de, bu virüsü
besliyordu.

Bu gelişme, meşruti monarşiyi de salladı. Bu sarsılma,
‘temsili demokrasiler ve genel oy prensibi’nin hakim olmasıyla sonuçlandı.

“Oyunu at, sonra bir dahaki seçime
kadar unut. Biz seni temsil ederiz.” yaklaşımının tezahürü olan temsili
demokrasi de, meşruiyet arayanlar kervanına katıldı.

Çünkü, sandığa gitmeyenlerin oranı
o kadar yükselmeye başladı ki; iktidarlar göğüslerini gere gere ‘biz toplumun
şu kadarını temsil ediyoruz’ diyebilme haklarını yitirmeye başladılar.

Kent konseyleri, tüketici konseyleri, kalkınma ajansları
vb. gibi yapılar, bünyesindeki resmi kimliği olmayan dernek, sendika,
üniversite, siyasi parti vb. kurumlarla ‘Katılımcı Demokrasi’nin işaretlerini
vermeye başladı.

Bu yapılar, şimdilerde, ‘resmi
kararların, sivil topluma onaylatılıyormuş gibi yapılması’ işlevi görüyorsa da,
bunun ilelebet böyle kalacağı söylenemez.

Katılımcı demokrasinin de, yakın bir gelecekte meşruiyet
arayışına girmek zorunda kalacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Fukuyama’nın ‘tarihin sonu geldi’
iddiasına karşılık, ‘iktidarın tüm topluma yaygınlaşması ve dolayısıyla
önemsizleşmesi eğilimi’ sona ereceğe benzemiyor.

Başa dönecek olursak, iktidarların
yaptıklarına / yapmayı vaad ettiklerine karşı söylem üretmeden ya da tavır
geliştirmeden önce, yapılan ya da vaat edilenin meşruiyet kaygısının bir sonucu
olup, olmadığını imbikten geçirmek gerekir.

            Bu
imbikten geçirme yeteneğine sahip olanların, Dünya’nın geleceğinde de söz
sahibi olma potansiyeli olacak gibi görünüyor.

Örneğin, bazı sol siyasi
partilerin, ’12 Eylül referandumundaki yetmez ama evet kararı’ bu siyasi
imbikten geçirmenin bir sonucuydu.

Ve, çoğunluğu oluşturmasalar da,
toplumda çok ses getirmişti.

Umarım, bu yaklaşım, Türkiye’de
siyaset yapma tarzında ‘kimin yaptığının değil, ne yapıldığı’nın vurgulandığı
bir değişimin kapılarını açar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.