3 Mart’tan Bin Yıl Önce

3 Mart 1924 Türkiye Cumhuriyeti’nin en kapsamlı devrimlerinin yapıldığı tarihtir. Cumhuriyet, henüz sadece 123 günlüktür. Ülkeyi emperyalist işgalden kurtaran devrimciler 3 büyük devrim yasası ile karanlığın üzerine yürümüşledir. Bunlar içinde en önemlisi de günümüz Anayasasının 174. Maddesi ile koruma altına alınmış olan Tevhid-i Tedrisat, yani Eğitim Birliği (Tekliği) yasasıdır. Bu yasanın günümüz Türkçesine çevrilmesinde kullanılan “tevhid-birlik” sözcüğü, “vahid” kökünden gelen tek, teklik anlamındadır. Ve gericilerin esas saldırısı da yasanın bu yönünedir. Zira bu devrim yasasının hedefi bin yılın karanlığını yok etmektir.
“Bin yıl”, rast gele söylenmiş bir kavram değildir. Sadece günümüz İslam ülkelerinde değil, geçmişte Batı ülkelerinde de yaşanmış, ancak güçlü bir silkinişle üstesinden gelinen geçici bir durumdur. Görece çok gelişmiş toplumlar, din tacirlerinin etkisi ve baskısı ile çok koyu karanlıklara gömülebilmiş, karanlıktaki toplumlar da uyanıp güçlü bir silkinişle aydınlığa yürüyebilmiştir. Bundan tam bin yıl öncesi Batılı ülkeleri koyu bir taassubun ve karanlığın içinde iken İslam ülkeleri altın çağını yaşıyordu.
Ünlü yazar Stefan Zweig Amerigo adlı eserinde bu çarpıcı durumu anlatır. Zweig Amerika kıtasını keşfeden Kolomb yerine bu dev kıtaya Amerigo Vespucci’nin adının verilmesindeki çarpıklığı incelediği belgesel nitelikteki eserinde tam bin yıl öncesinin Avrupa’sını şöyle anlatır:
“Yıl 1000. Batı dünyasının üzerinde uyuşturucu bir uyku ağırlığı vardır. İnsanların gözleri etrafını dikkatle gözlemleyemeyecek kadar yorgun, duyuları merakla harekete geçemeyecek kadar tükenmiştir. İnsanlığın ruhu ölümcül bir hastalık atlatmışçasına felç olmuştur sanki, içinde yaşadığı dünya hakkında hiçbir şey bilmek istememektedir. Batı dünyasının kral ve imparatorları fermanlarının altlarına kendi adlarının yazmaktan bile acizdir. Bilimler teolojik mumyalar biçiminde donup kalmış, dünyevi eller, resim ve heykel alanında kendi suretini yaratamaz hale gelmiştir. Ufuklar koyu bir sisin örtüsü ile kaplıdır. İnsanlar seyahat etmemektedir, yabancı topraklardan habersizdir… 1000 yılında dünya yok olacaktır, kehanet böyledir. Tanrı, dünyayı işlediği bunca günah nedeniyle yok ederek cezalandıracak diye vaazlar vermektedir rahipler kürsülerinden. Yeni bin yılın gelmesi ile mahşer günü gelmiş olacaktır.”
Yıl 1100 olmuş ve dünya yok olmamış tanrı insanlara bir şans daha vermiştir. Ve insanlar saklandıkları kalelerden ve kuytulardan çıkıp “Haçlı Seferleri” adı altında uygar Doğuya saldırıya geçer. Kutsal şehirler alınır, kaybedilir. Değişik insanlarla temas edilir ve Avrupa yepyeni şeyler öğrenir. Zweig anlatmaya devam ediyor:
“Avrupa, bu seferler sırasında uykusundan uyanmıştır. Artık kendi gücünü hissetmiş, cesaretini tartmıştır. Tanrı’nın dünyasında ne kadar çok yeni ve farklı şeyin kendine yer bulduğunu, aynı göğün altında farklı meyvelerin, farklı kumaş, insan, hayvan ve adetlerin olduğunu görmüştür. Şövalyeler, bunların köylüleri ve serfleri, Doğu illerine vardıklarında kendilerinin Batı’da ne denli dar, ne denli körelmiş bir yaşam sürdürdüklerini, Sarazenlerin (Müslüman halklar) ise ne denli zengin doya doya ve zekice yaşadıklarını görünce şaşırıp utanmışlardır. Uzaktan bakıp hor gördükleri bu dinsizlerin Hint ipeğinden pürüzsüz, yumuşak ve serin tutan kumaşları, sık ilmekli rengarenk Buhara halıları, baharatları, şifalı otları ve duyuları canlandırıp harekete geçiren kokuları vardır. Gemileri köle, inci ve ışıldayan madenler getirmek üzere en ırak ülkelere yelken açmaktadır, kervanları yolları aşıp sonsuz seyahatlere uzanmaktadır. Hayır, sanıldığı gibi bunlar medeniyetten nasibini almamış kaba saba insanlar değildir. Dünyayı ve sırlarını bilen insanlardır. Her şeyin yazılı olduğu harita ve cetvelleri, yıldızları ve yıldızların hareketlerini belirleyen yasaları bilen bilginleri vardır.”
Bu çarpıcı bilgiler Batı dünyasını harekete geçirmeye yeter. Bin yılın karanlığından uyanır, bazı din adamları kilise egemenliğine baş kaldırırken kendi kanlı egemenliklerini kurar. Üniversiteler arka arkaya kurulur. Resimler, heykeller ve matbaa ile birlikte edebi eserler yaygınlaşır. İpek yolunu tutan Türklerin egemenliğine karşı Doğuya gitmek için başka yollar aranır ve nihayet doğuya gitmenin bir yolunun Batı’ya gitmek olduğu denenirken “Yeni Dünya” keşfedilir.
Bu kez Doğu, derin ve karanlık bir uykuya dalmıştır. Batı ise coğrafi keşiflerini kanlı ve azgın bir sömürü ile sürdürüp yeni kıtanın zenginliklerini ihtiyar kıtaya taşırken bunu bilimsel ve teknolojik gelişmeler izler. Doğu bin yıllık uykuya dalarken, Batı uyuduğu bin yılın acısını çıkarmaktadır.
İslam alemi derin bir uykudayken gelen Türk devrimi, bu uyku halinin Anadolu topraklarında güçlü bir silkinişle son bulmasıdır. 3 Mart devrimleri bin yıllık uykudan uyanıştır.
3 Mart’a gelinirken Türkiye’deki karanlık tablo kısaca şöyledir:
Ülkede ilkokuldan üniversiteye kadar öğrenci sayısı nüfusun sadece yüzde üçüdür. Toplam nüfusun sadece yüzde altısı okur-yazardır. Darülfünun’da 185’i kız 2088 öğrenci, bütün ülkede 230’u kız toplam 1241 lise öğrencisi, 543’ü kız, 5905 ortaokul öğrencisi, 783’ü kız 2526 öğretmen okulu öğrencisi, 62954’ü kız, 273107’si erkek toplam 336061 ilkokul öğrencisi vardır. Okulların çoğu misyoner okullarıdır. Tanzimat sonrası misyoner okullarının sayısı artmış, 1914 yılında sadece Amerikan okullarının sayısı 435’dir. Azınlıklar için açıldığı söylenen misyoner okullarında okuyan Türk öğrenci oranı 1920 yılında tüm okullarda okuyan öğrencilerin yüzde 75’idir.
Birinci Paylaşım Savaşının konusu olan Osmanlı Devletinde savaş öncesi 18 bin iç ticaret firmasının yüzde 49’u Rumlara, yüzde 23’ü Ermenilere, yüzde 19’u Levantenlere aitti. 6500 imalathanenin yüzde 79’u Rum ve Ermenilere aitti. Doktor, mühendis, eczacı gibi serbest meslek sahibi 5300 kişinin sadece yüzde 14’ü Türk’tü. İzmir’deki 95 doktorun sadece 7 tanesi Türk idi. 43 eczacının içinde Türk asıllı yoktu. Ekonominin diğer alanlarında da tablo aynı idi.
Türkiye, büyük devrimlerine işte bu koşullarda başladı. Üstelik devrimlere başlanırken Batı ülkelerinin yaptığı gibi yeni keşfedilen toprakları, Amerika’yı, Afrika’yı, Asya’yı, kana ve ateşe boğup sömürerek değil, borç ödeyerek yaptı.
Sömürüye ve karanlığa başkaldırıya Batılı emperyalistlerin karşı olmasını anlayabiliyoruz. Ama Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının açtığı yoldan yüce makamlara oturanların, Cumhuriyetin kazanımlarına ve devrimlerine karşı çıkışlarını hiç, ama hiçbir zaman anlayamayacağız ve affetmeyeceğiz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.