2060’a merhaba

            16 Ekim
Dünya Gıda Günü. Ancak öyle bir dünyada yaşıyoruz ki; “Günümüzde tek bir
Amerikalı 32 Kenyalı kadar tüketiyor”da, diğer taraftaki çocuklarımız açlıktan
ölüyor.

            Milyonlarca
ton gıdanın çöpe gittiği ve obezite patlaması yaşayan kapitalist ülkeler
karşısında bir günde açlıktan ve susuzluktan 18 bin çocuğun öldüğü ülkelerin
bulunduğunu hemen hemen bilmeyenimiz yoktur. (TEMA yayınları)

            Dünyamız
gıda konusunda bu durumdayken, Karacabey en güzel günlerini yaşıyor. Çöp
kutularını karıştıran insan sayısı az olsa da hala açlıktan ölenimiz yok.

            Sizlere
Karacabey’den örnek verirken, aklımın erdiği onlarca yıl gerilerden başlayarak,
onlarca yıl sonrasını anlatmaya çalışacağım.

            54
yaşındayım. Benim çocukluğumda Karadere ve Hanife Dere yetişkin bir anakonda
yılanı gibi kıvrıla kıvrıla Karacabey Ovası’nda gezinerek akardı. Kış
taşkınlarında sular ovayı kaplardı.

            Buğday,
arpa, burçak, bakla gibi ürünler bayırlara ekilirdi. Ovaya ise pamuk, ayçiçeği,
mısır, susam, fasulye ekilir. Domates, biber, salatalık, kavun, karpuz
bahçıvancılık olarak yapılır. Bu ürünler çevre pazarlarda satılırdı.

            Un,
motorlu ve su değirmenlerinde yapılır. Ana gıdamız ekmek-fırından çıktığında
kokusu iki mahalle öteden duyulurdu.

            Şehirde ve
köylerde her evde bir, iki, beş, on inek veya manda, onlar yoksa beş-on keçi
olurdu. Bu hayvanların sütlerinden peynir, yoğurt, tereyağı yapılırdı. Sıvı
yağı (ayçiçeği, mısır, susam) şehirden şişe ile alınır. Haftada bir veya bir
buçuk kilogram yemeklere azar azar katılırdı. Tatlı ihtiyacımızı genelde
pekmez, marmelât (macun) veya meyve kurularından yapılan hoşaftan karşılardık.
Ekmek diliminin üzerine toz şeker koyup üzerine dökülmesini önlemek için su
serperlerdi. O ekmek dilimleri çocukluğumun en lüks gıda ürünleriydi.

            Köylerimizin
çoğu Hanife Dere ve Karadere’nin suyunu içerlerdi. Karadere de 50-60 kg yayın (karabalık)
balıkları, 7-8 kg
sazan balıkları tutulurdu.

            Karacabey
Ovasına sanayi girdiğinde ve motorlu tarım başladığında, ekilen ürünler
değişti. Evlerde bulunan ikişer, üçer inek-manda, beşer, onar keçi satıldı.
Çiftlik hayvancılığına dönüldü. Evlerimizde yumurta yapan, bir misafir
geldiğinde hemen tutulup kesiliverilen 8-10 tavukta gazap çukurlarında
yakılarak imha edilince, yumurtayı ve tavuk etini marketlerden almaya başladık.

            Bahçelerimizde
yetişen biber, domates, patlıcanları artık kurutamıyoruz.  Bu tür yiyecekleri konserve ve seralardan
karşılıyoruz.

            Karacabey
Ovası’nda pekmez kaynamıyor. Pekmezi artık evlerimize ilaçlık alıp götürüyoruz.

            Balık
tüketiminde yurdumuzun en iyi şehirlerinden biri olan Karacabey’imize balıklar
genelde çiftliklerden veya dış pazarlardan geliyor. Derelerimizde balığın
numunesi kalmadı. Yeniköy ve Kurşunlu bölgelerimizdeki denizlerde balıklar çok
azaldığından aç kalan martılar sahilleri terk ederek şehir çöplüğünü ve
tavukhane bölgelerini mesken tuttular.

            Türkiye’nin
yüzlerce yıldır sebze-meyve ve tarım ambarı olan Karacabey Ovası SOS vermeye
başladı. Akarsularımız kirlendi. Yer altı sularımız 5 metreden 150 metre kadar derinlere
kaçtı. Şehir halkı yeraltı suyu kullanıyor. Parası olanlar tabiî ki damacana
suyu içiyor.

            Yurdumuzun
geneli de Karacabey’den farklı değil. Hububat ambarı olan Konya Ovasında
buğday, arpa ekimini kalmadı. Konya üreticisi, yanlış yönlendirme ile mısır ve
yonca tarımına döndü. Yeraltı suları ile yapılan bu tarım nedeniyle yeraltı su
depolarının (Aküfer) 250 m
kadar derinlere kaçtığı görülüyor.

            On beş yıl
öncesine kadar dünyada gıda maddesi ithal etmeyen 7 ülkeden biriTürkiye idi. Bu
bilgiyi kitaplarımızdan çıkardık. Dışarıdan gelen tohumlarla üretilen mısır,
buğday, pirinç yurdumuzun ihtiyacını karşılayamaz oldu.

            Baş
besinlerimiz olan buğday, mısır, pirinç, şeker gibi gıdaları artık okyanus
ötesinden satın alıyoruz. Bu yıl küresel ısınma sebebiyle tüm dünyada buğday
darlığı var. Pirinç pilavı yerine bulgur pilavı da yiyemeyeceğiz. Çünkü
yurdumuzdaki buğday stokları da tükeniyor. 

            Geçen yıl
Karacabey TEMA olarak düzenlediğimiz su konulu yarışma sırasında, bilim
adamlarının böyle giderse 2050 yılında Anadolu’nun üçte ikisinin çöl olacağını
söylediklerini görürüz.

Bugün doğan yavrumuz o zaman 40 yaşında olacak.

            Ben yurdum
insanının 50 yıl sonra Somalili, Kenyalı, Sudanlı insanlar gibi nefes alabilmek
için (Bir yudum su, bir öğün yiyecek) dünyanın diğer bölgelerindeki insanlara
avuç açar durumda olacaklarını düşünmek istemiyorum. Bu durum benim yüreğimi
acıtıyor.

            2060
yılını yaşayanlar, eğer Anadolu toprakları çoraklaştıysa, erozyonla yok olduysa
sularımız kullanılamayacak duruma geldiyse, ormanlarımız tükendiyse sizler de
bu coğrafyada sefil durumda aç kaldı iseniz bunun suçlusu biziz.

Atalarımızın bize emanet ettiği bu toprakları size
yaşanılabilir bir şekilde devredemediğimiz için iyi bilesiniz ki sorumlusu
biziz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.