176 yılda ne kadar yol alabildik?

Çin kaynakları, göçebelik döneminde bile Türklerin tarımla uğraştığını; buğday, arpa gibi hububat üretiminde bulunduğunu ortaya koyuyor.

Yani, öteden beri tarımla iç içeyiz.

Ancak, tarımı doğru kullanma, verim elde etme konusunda maalesef aynı beceriye sahip değiliz.

Oysaki 176 yıldır Türkiye’de bilimsel tarım yapıldığını ifade ediyoruz.

“Türkiye’de Tarımsal Öğretimin 176. Yılı” nedeniyle Uludağ Üniversitesi’nde düzenlenen bir kutlama programı vardı.

O kutlamada Rektör Hoca’nın altı çizilecek açıklamaları var.

Öğrencilerin tarıma ilgisinin azaldığını vurguluyor.

Sadece öğrenciler olsa iyi.

Çiftçi de artık tarımdan uzaklaşıyor.

Tarlasını, bağını bahçesini satıp büyükşehirlerin varoşlarına taşınıyor.

Fabrikaların ucuz işçileri arasında yer almaya çalışıyor.

Rektör Hoca, Türkiye’de ziraat fakültelerinin sayısının fazla olduğunu söylüyor.

Bu cümlesinin devamında ise “Pratik olarak ziraat mühendisi ihtiyacı dikkate alındığında şuandaki mezun sayısı bile yeterli olmayabilir” diyor.

Özel sektörün tarım alanında çok güzel işler yaptığına vurgu yapıyor.

Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Saim Kılavuz’un bir sözünün altını daha çizmek gerekiyor.

“Her şeyi devletten beklememek lazım” diyor.

Gelişmekte olan bir ülkeyseniz öncü olması gereken devlettir.

Türkiye’den çok daha az topraklara sahip İsrail’in, Hollanda’nın gerisinde kalıyorsanız, devletin öncülük konusunda yetersizliği söz konusu olamaz mı?

Kılavuz’un aynı konuşmasının içinde öne çıkardığı bir nokta daha var ki yeni tartışmaları da beraberinde getirebilir.

Ülkemiz, araştırma görevliliği statüsünde 40-50 yıllık ezberlerin bozularak batı tarzı araştırmacıların yetiştirilmesi sistemine doğru evriliyor.

Her zaman devletten bir adım atmasını beklememek gerekiyor.

Bu alışkanlıklardan yavaş yavaş vazgeçmek ve özel sektör mantığı ile düşünebilmek gerekiyor.”

Batı tarzı araştırmacılar…

Rektör Kılavuz’un altını çizdiği gibi batı tarzı araştırmacıların çoğalabilmesi için öncelikle üniversitelerin bilimsellik temelinden uzaklaşmadan nitelikli öğrencileri bünyesine katabilmesi gerekiyor.

Türkiye’nin seçkin üniversitelerinden mezun binlerce yetişmiş, potansiyeli olan genç maalesef kayırmacılık nedeniyle başka ülkelere ya gitmek zorunda kalıyor ya da kendini geliştirebileceği bir ortam bulamadığı için körelip gidiyor.

Araştıran…

Sorgulayan…

Şüphe etmede sınır tanımayan araştırmacıların üniversitelerde kendilerine yer bulmasını sağlayacak olan kim olmalı diye sorsak, herhalde en çok duyacağımız kelime rektörler olurdu.

Kılavuz’un dediği gibi “Her şeyi devletten beklemek gerekiyor” lakin devlet yol gösterici olmaktan uzak, ayak direyen konumunda olursa, batı tarzı araştırmacılar yetiştirmek de kolay olmuyor.

UÜ Rektörü Kılavuz’un, “Pandemi süreci bize tarım ve gıda konusunda ne kadar hassas olmamız gerektiğini öğretti.

Topraktan başlayan ve gıdanın pazarlamasına kadar süren, sağlık bilimlerinde beslenme ve diyetetiğe kadar devam eden ve sonrasında da hekimlikte tedaviye kadar çok geniş bir alanı kapsıyor” sözlerini keşke çok daha önceden duyuyor olabilseydik.

Rektör Hoca’nın öğrencilerin tarıma ilgisiz kalmalarına dönük tehlike işareti içeren konuşmasının içinde çevre mühendisliği bölümünün de benzer bir sıkıntı içinde olduğu bilgisi var.

Sadece bu iki bölüm mü?

Üniversitelerin birçok bölümünde benzer sorunlar yaşandığını artık herkes biliyor.

Bu konuda ne yapılmalı sorusunu YÖK hiç gündemine aldı mı?

Aldıysa nasıl bir sonuca vardı?

200’ün üzerinde üniversiteye sahip Türkiye’de birçok üniversitenin verdiği mezunları iş insanları istihdam bile etmiyor.

Kapıyı doğrudan kapatıyor.

Öyleyse bu üniversiteler ne işe yarıyor?

Rektörler bu gidişatı tersine çevirmek, üniversitelerin niteliğini attırmak için hangi önerilerle YÖK’ün kapısını çalıyor?

Çokça soru var daha yanıt bekleyen…

Ama belki de en önemlisi 176 yıldır tarımda bilimsel eğitim yapılıyorsa tohumdan ürünün kendisine kadar neredeyse her şeyi Türkiye neden ithal eder durumda?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.