Tüyden Elbiseli Kadınlarız Biz

Feminizm deyince insanın yaradılışına gitmek lâzım önce.
İnsanlığın öyküsünün Adem ve Havva ile başladığı yazar kitaplarda. Eski bir Yahudi efsanesine göre ise bu öykü Adem ve Havva’dan öncesine uzanır. Adem’in ilk eşi Havva değil, Lilith adında bir kadındır.
İnanışa göre Lilith, Adem ile aynı zamanda ve aynı anda yaratıldığı için Adem’in kendisiyle eşit olduğu görüşündedir. Bu sebeple Adem’e itaat etmeyi reddeder ve gökyüzüne yükselerek kaybolur. Adem üzgündür ve yalnızdır. Tanrı Sanvai, Sansanvai ve Semangelof isimli üç meleği Lilith’e gönderir ve onu geri çağırır. Üç meleğin ikna çabaları işe yaramaz, Lilith geri dönmez. Bunun üzerine Tanrı Adem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Bu yeni kadın Adem’den bir parça olduğu için ona karşı çıkmayacaktır.
Havva’nın itaatkar olacağı düşünülse de; (Lilith’in lanetine mi uğramışlardır nedir bilinmez) Adem’den olma Havva’dan doğma kadın cinsi ile yine Adem’en olma Havva’dan doğma erkek cinsi bir türlü geçinemez ve “Kardeş kardeşin ne olduğunu, ne öldüğünü istermiş” sözündeki gibi, kadın ve erkek kardeşler de hem birbirini istemez, hem de birbirlerini görmeden edemez olmuşlar.
Lilith gibi erkeksiz bir dünyayı seçen bir başka kadını daha tanıyalım ve 1600’lü yıllarda Meksika’da yaşayan Sor Juana Ines de la Cruz ile tanışalım. Meksikalı şair ve yazar Sor Juana Ines de la Cruz, eğitimsiz bir çiftçi kadın ile hakkında çok az şey bilinen, tahminen Bask kökenli bir askerin evlilik dışı çocuğu olarak Juana Ines de Aspaje y Ramirez de Santillana adıyla 1651’de San Miguel Nepantla’da doğar. Doğumundan birkaç yıl sonra babası evi terk eder. Juana’nın dahi bir çocuk olduğu çok küçük yaşta anlaşılır. Juana henüz üç yaşındayken okumayı öğrenir, altı yaşına geldiğinde büyükbabasının kütüphanesindeki bütün kitapları okuyabilir haldedir. Sekiz yaşındayken ilk şiirini yazar; bu ‘loa’ denilen türde, ayinlerde okunan dinsel konulu bir şiirdir. O günlerde kız çocukları için son derece kısıtlı olan eğitim olanaklarını zorlamak için elinden geleni yapar. Hâttâ erkek kılığına girip Meksika Üniversitesi’nde okumak ister. Ancak ailesi tarafından engellenir. Dokuz yaşındayken büyükbabasının ölümü ve annesinin yeniden evlenmesi üzerine Meksiko’daki teyzesinin yanına gönderilir. Burada özel bir öğretmenden Latince dersleri almaya başlar. Sadece yirmi derste bu dilin ustası olur. Juana kısa zamanda harika çocuk olarak ün kazanır. On yedi yaşındayken valinin düzenlediği bir sözlü sınavda bilgisi ve zekasıyla sınava katılan 40 öğretmeni de hayrete düşürür. Lakin o zamanlar, toplum içinde saygın bir yer edinmek isteyen bir kadın için başlıca iki seçenek vardır; ya evlilik ya da rahibelik. Çalışmaları Juana için başka her şeyden önce geldiğinden evliliği düşünmez ve manastırı seçer.
Sor Juana Ines de la Cruz, “kadın olmanın itaat etmek olmadığı” üzerine doğduğu ülkenin en güçlü kurumlarıyla mücadele eder ama bu mücadelesi bireysel olduğu için yarım kalır. Entelektüel özgürlüğünü koruyabilmek için seçtiği manastır, yaşadığı çevrenin dar görüşlülüğü yüzünden sonunda kendisini kısıtlayan bir hücre haline gelir.
Lilith’in yaşadığı dönemde var olmayan “din-kilise-güç” etkisi Juana’nın çalışmalarını duyurmasını engellemeye çalışır, lakin o çalışmaların bugünlere kadar ulaşmasını engellemeyi başaramaz.
Ah Lilith ah, hep senin yüzünden!
Tarih içindeki kadın hareketlerine bakınca, galiba bazı kadınlar Adem’in kaburga kemiğinden değil de Lilith’in yumuşak tüylerinden yaratılmış olmalılar diyor insan. Ya da; Adem Lilith’ten itaat etmesini istemeseydi de bütün bu mücadele hiç başlamasaydı diyor. (Lilith itaat etseydi keşke demeyin. Havva Adem’e itaat etmiş lakin geldiğimiz noktada Havva’nın itaati de pek bir işe yaramamış görünüyor. Erkek kişi kadın ne kadar taviz verirse, hem kadının verdiğinin iki katını isteyip, hem de kadının verdiklerini değersizleştirdiği sürece bu “itaat” meselesi bitmez.)
O yüzden farklı gezegenden gelmiş farklı yaratıklar değil de, “kadın insanlar” olduğumuzu anlamaya ve anlatmaya devam…
****
Anlamaya ve anlatmaya devam dedim.
Erkeklerden kadınlığı anlamasını beklemeyen, kadınlığı kadın kişilerin kendisine anlatmak için, Türk Tabipleri Birliği Kadın Hekimlik Kolu ve Bursa Tabip Odası tarafından düzenlenen ve başlığı “Kadın, Sağlık ve Muhafazakârlık” olan, V. Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kongresi‘ni izledim iki gün boyu.
Kongreden bana süzülenleri, kongrede dinlediklerim ve yıllardır kendi bünyemde biriktirdiklerim ile harmanlayarak anlatacağım sizlere.
Öncelikle kongredeki tüm konuşmacılar kadındı. İzleyicilerin arasında ise tek tük erkekler vardı.
Ülkenin farklı illerindeki çeşitli üniversitelerden gelen hekimler ve hukukçular, günümüzde gittikçe artan muhafazakârlığın kadın ve kadın sağlığı üzerindeki etkilerini anlattılar oturumlar süresince.
Kadının sağlığının ailenin sağlığını ve dahi toplumun sağlığını oluşturduğunu düşünürsek, tüm konuşmaların ardından adı “muhafazakârlık” ama kendisi “gerileme” olan bu gidişatın topluma verdiği ve vereceği zararları bu sunumlarda daha net gördük.
Yüz yıllar öncesindeki kadınlar özgürlük için mücadele ederken, ellerinde yasal özgürlükleri bulunan günümüz kadınlarının muhafazakârlık kisvesi altında ellerindeki özgürlükleri gönüllü olarak erkeklere teslim etmek istemelerini anlamak elbette ki zordu.
Ülkemizde kadınlar ve kadın hakları yasalarla gayet yeterli şekilde korunuyordu, ancak yasalar gereğince uygulanmıyordu.
Aile güçlendirilmeye çalışılırken kadın güçsüzleştiriliyordu. Kadının emeği yok sayılıyor, kadının kendini güvence altına alması engelleniyor, kadın “itaat etmez” ve çok “bilirse” kapının önüne konuluveriyordu.
Oysa kadın ailesi için gönüllü ederdi hizmetini. Yeter ki hizmeti değer görsün ve kendisine de hayat içinde yer verilsin.
Kadının bu iyi niyetli emeği görmezden gelindiği ve hiçbir karşılık görmediği için çıkıyor ortaya niza. “Sen ne işe yararsın ki, kaşık düşmanı!” dendiği anda kadın sayıyor ne işe yaradığını ve yaptığı işler karşılığına kaşık ile verilen yemeğin sapı ile nasıl çıkartıldığını.
Kadının bir çırpıda seve seve yapıverdiği her iş için bir bedel koymaya kalkınca işin içinden çıkamıyor erkek. “Ama biz de para kazanıyoruz!” diyor sonra da can havliyle. Para kazanmak çok zormuş gibi sanki. Buyrun, kadınlar da para kazanabiliyor artık çatır çatır. Bunu öne sürmeyin.
Erkekler ise kadının hem para kazanıp hem de evi çekip çevirmesindeki maharete sahip değiller. Ya da işlerini birilerine yaptırmak işlerine daha çok geliyor.
Aslında mesele bu çekişmeye hiç girmemekte ve hayatı el ele birlikte paylaşarak idame ettirmekte.
Yaradan bir tek cins olarak ya kadınları ya da erkekleri yaratırdı öyle olsa. İki cinsi de ayrı ayrı yarattığına göre, değil mi?
Erkekler en çok kadının para kazanmasına bozuluyorlar galiba. Kadının paralı olmasını güçlenme, kendi hallerini de güçten düşme olarak görüyorlar. Erkeklerin, güçlü görüneceğim diye bu ağır hayatı niçin tek başlarına sırtlanmak istediklerini anlamak mümkün değil. (Kadınlar güçlü erkek istiyorlar yanlarında. Ancak güçlü erkeğin tanımını yeniden yapmak lâzım.)
Sormak lâzım mesela: Bu kadar yükü taşımanın karşılığı olarak güç gösterisi iki höt edebilme hakkı mıdır, höt höt ettiği kadınla yaşamak erkeğe zevk mi veriyordur, güçsüz bir kadına sahip olmakla övünüyor mudur?
Hiç sanmam.
Ezdikleri kadını küçümseyip, kendilerinden üstün buldukları güçlü kadınlara tapıyor, oralarda biraz zaman geçirdikten sonra yine hükmedebildiği yuvalarına(!) dönüyor erkekler. “Deli kendinden deliyi görünce değneğini saklar” misali, güçlü kadının yanında durabilmek için kendi gücünü cebine saklamak da zor tabi. Yoruyor sonunda. En iyisi evinde bekleyen sessiz kadına gitmek. Nasılsa erkek ne yaparsa yapsın onun sesi hiç çıkmaz. Eee, güç kendisindedir sonuçta.
‘He-Man’dir o…
Tüyden Elbiseli Kadınlar
Lakin 1001 Gece Masalları’ndan bir masaldaki gibi, bazen döndüklerinde kadını bıraktıkları yerde bulamıyorlar.
Yakışıklı ama servetini yiyip bitiren Hasan iş için Bağdat şehrinden başka diyarlara gider. Bir gün deniz kenarında otururken güzel bir kuş görür. Kuş tüylerini bir elbiseye dönüştürerek çıkarır ve çırılçıplak denize bırakır kendisini. Hasan bu kadına aşık olur. Kadını elde etmek için elbisesini çalar ve bir çukura gömer. Kadın Hasan’ın tutsağı olur. Onunla evlenir, ona çocuklar doğurur. Hasan’ın karısına karşı özeni zamanla azalır. Karısının kendisinden ayrılamayacağını düşünerek uzak ülkelere seyahatlere çıkmaya başlar. Kadını iyice yalnız bırakır. Karısı ise tüyden elbisesini aramaktan hiçbir zaman vazgeçmez. Sonunda elbisesini kocasının sakladığı yerden bulur ve elbisesini giyip, çocuklarıyla birlikte uçup gider. Hasan döndüğünde karısı ve çocuklarının gittiğini görür ve hayatının sonuna kadar onları arar. Bulamaz…
Erkekler belki içten içe kadının bu “gidebilirliğinden” korkarlar. Belki “bilen” olmasından korkarlar. Belki “doğuran”, yani “üreyen ve üreten” olmasından korkarlar. Belki “pek çok şeyi bir arada yapabilirliğinden” korkarlar.
Anlaşılan o ki; kadınlar erkeklerin kaba gücünden korkuyorlar görünseler de, aslında erkekler kadınlardan korktukları için kadınlara o kaba gücü gösteriyorlar.
Kadınların etrafına dikenli teller örüyor, onlara buradan çıkmamaları gerektiğini, çıkarlarsa hain kurtların (bunlar da yine erkekler) onları kapacağını, bu alanın onlar için güvenli olduğunu ancak burada yaşamanın da bir bedeli olduğunu, erkek kişinin canı ne isterse onu yapacağını, sonuçta bu alanın erkeğin mülkiyeti olduğunu, kadının ve çocukların da bu mülkiyet dahilinde olduğunu, itaat etmezse bedelini ödeyeceğini ya da tellerin dışında bekleşen kurtların önüne atılıvereceğini söylüyorlar. “İtaat et rahat et!” diyorlar kısacası.
Korku dağları bekler. Kendi gücünün farkında değil ki kadın, ne yapsın? Ne ailesine dönebilir, ne de başka bir yere sığınabilir.
Eğiyor başını sessizce. Kabul ederse ne âlâ. Etmez de için için dolmaya başlarsa, tehlike çanları çalmaya başlıyor o anda. Çaresiz kalmış bir kadının hiçbir şey yapamazsa kendi canına kıydığını görüyoruz böyle zamanlarda. Kadın canına kıyıyor, erkek ise yıllardır işi bitince dönüp arkasını yattığı gibi dönüp arkasını gidiyor. Dirisine saygısı göstermediği kadının ölümüne hiç aldırmıyor.
Bazen de hiçbir çıkış yolu bulamayan kadın her şeyi göze alıp katil oluyor.
Kadın içindeki gücünün farkında olsa
Tüm sistem kadının bu gücün farkına varmaması için çalışıyor dört bir koldan. Sürekli bir tehdit, sürekli bir aba altından sopa gösterme, sürekli bir annelik ve kadınlık kutsaması, sürekli bir çocukların öne sürülmesi, sürekli bir baskı, ve baskı, ve baskı.
Annelik ve kadınlık kutsanıyor dedik de, bunlar da kadınlara sınır çizmek için öne sürülen değerler. Esasen ne kadınlığın kutsandığı var ortada ne de anneliğin. Bu değerler gerçekten kutsanıyor olsa böyle mi davranılır kadınlara?
Üstelik yakın bir gelecekte çocuklar Matrix misali tarlalarda üretilebilir. O zaman kadınlar ve erkekler neyi kutsayacaklar bakalım…
Dışarıda da kadınlara ihtiyaç var
Ama ne zaman var? Tabii ki zor zamanlarda var. Özellikle de savaş zamanlarında. Savaşta erkeğiyle omuz omuza çarpışırken, ya da erkek cephede savaşıyorken evdeki, tarladaki, fabrikadaki düzeni sürdürürken ihtiyaç var. Savaş dönemlerinde evinden dışarıya çıkarak değerlenen kadın, savaş bitip de erkek evine döndüğü anda yuvasına(!) geri postalanıyor. Savaş dönemi kahraman kadınlarımızdan Halide Ediplere, Kara Fatmalara, Şerife Bacılara, Emir Ayşelere bakın. Onlar da kadındı. Bilmem anlatabildim mi?
Anlatamadıysam daha açık anlatayım:
Atatürk, daha İstiklâl Savaşı sürerken kadınların hakkını teslim etmeyi kafasına koyar. Savaşın bitiminin ardından yapılan meclis toplantılarında, daha önce 50 bin erkek nüfus ile 1 milletvekili seçildiğini ancak savaş sebebiyle azalan erkek nüfus sebebiyle rakamı 20 bine düşürmek için önerge verilir. Tunalı Hilmi Bey  “Kadınlar da savaşta çok fazla hizmet ettiler” deyip kadınların da “hesaba katılmasını” önerir. Çünkü kadın milleti o tarihlerde “hesapta” bile yok. Önergede “kadın” kelimesi geçtiği için erkeklerin Meclis sıra kapakları ile nasıl bir gürültü çıkarttıklarını varın siz hesap edin. Öyle ki oturuma ara verilir. Konu “hak” vermek de değil üstelik henüz. Sadece “hesaba katmak”.
Kısacası; “Harç bitti yapı paydos”, kadınlar marş marş evlerine.
Neyse ki Atatürk kadın kimliği üzerine hazırlıklarını, en yakınındakilerin dahi muhalif duruşlarına rağmen, çok ince stratejiler ile ve kansız yapıyor. 1930 yılından itibaren çıkarılan bir dizi yasa ile önce belediye seçimlerine katılma, sonra köylerde muhtar olma, ihtiyar meclislerine seçilme hakkı tanınan kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakları, 5 Aralık 1934’de Anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan yasa değişikliği ile tanınıyor.
O zaman niye?
Bunca taşlı tozlu dikenli yollardan geçip de, dünyalı pek çok hemcinsinden önce seçme ve seçilme hakkı verilen Türk kadınının, bu hakkın kıymetini bilmeyerek, eski taşlı tozlu topraklı yollara geri dönmeye olan meylini anlamaya çalışmakla geçiyor şimdi günlerimiz.
Kadın gibi kadın mı, erkek gibi kadın mı?
Savaşta erkek gibiydi bu kadınlar. Kadının makbul olabilmesi için illa erkek gibi mi olması gerekiyor diye soruyorum o zaman. Erkek gibi araba kullanmak, erkek sözü vermek, Erkek Fatma olmak, erkek gibi kadın olmak öne çıkartılırken; kadın gibi yürümek, kadın gibi gülmek, Kız Ayşe olmak, kadın gibi erkek olmak aşağılanıyor. Burada yüceltilen değer erkeklik iken, aşağıya çekilen değer kadınlık oluyor. (Özellikle muhafazakâr olarak adlandırılan kadınlar daha zor durumda. Muhafazakâr olacağız derken ipin ucunu kaçırdılar gitti.)
Erkek gibi erkek olmak ile kadın gibi kadın olmak eşdeğer bulunmuyor. İşler normlarden saptıkça insanların aklı karışıyor.
Kadın gibi kadın olmak hem mutfakta, hem sokakta, hem yatakta mükemmel olmakla ölçülürken, erkek gibi erkek olmanın ölçüsüne kimse bakmıyor.

Erkek; seçen kadının seçtiği erkek olmakla gururlanmak yerine, seçtiği kadının mutsuzluğuna sebep olmakla gururlanıyor.

Vazife icabı ne demek?
Kadının kadınlık vazifeleri konuşulurken, erkeğin erkeklik vazifeleri görmezden geliniyor.
Vazife kavramı aile kurumunun yaşaması için önemlidir ancak kadın-erkek arasındaki özel hayat vazife değildir. Sevgidir, saygıdır, duygudur, güvendir, huzurdur, aşktır, cinselliktir.

Şiddet ne demek?
Muhafazakârlaşırken bilimden uzaklaşıyoruz. Dine yaklaşırken medeniyetten uzaklaşıyoruz. Hem inançlı hem medeni olabiliriz oysa. Din siyasallaşınca dinin dili de değişti. Ataerkil ideoloji geçer akçe olmaya başladı. Ülke kadınlar için adeta can pazarına dönüştü. Muhafazakârlaşma ile birlikte kadına şiddet ve kadın cinayetleri arttı. Bu bir paradoks değil midir? Şiddet ne demek? Hani muhafaza edecektik?

Erkekleri eğitelim mi?
Hülya Gülbahar’ın sunumumun son dakikalarındaki karşılıklı konuşmada, “Erkekleri de eğitmek gereklidir.” sözünü ekliyor Nuriye Ortaylı. Cevap olarak, “Erkekleri rehabilite etmekle zaman kaybedemeyiz, kadınlara ayrılması gereken kaynakları erkekleri eğitmek için harcayamayız.” diyor Hülya Gülbahar. (Kadını yeterince eğitirsek dolaylı olarak erkekleri de eğitmiş sayılmıyor muyuz? Biraz uzun bir yol gibi görünse de en doğru yol bu değil midir zaten?)
Denenmiş ve başarılı olmamış erkeği eğitme çalışmaları için İngiliz kadınlarının, “Biz arabayı atın önüne koymuşuz” dediğini söylüyor.
“Biz tarihsel güç eşitsizliğinden bahsediyoruz” diyor. Feministlerin ev kadınlarını küçümsemediğini, bilakis onların yararına çalıştıklarını söylüyor. Sistemin kadının miras hakkını ve boşanma gerçekleştiğinde nafaka hakkını elinden almak istediğini, bunun da kadını evliliğe mahkûm ettiğini söylüyor.
Son dönemlerde yaşanan istismar suçları için hadım ve idam sözlerinden vazgeçmemiz gerektiğini, bunların toplumu sosyal devletten uzaklaştırdığını söylüyor.

“Kadın güçsüzse kadına şiddet ve tecavüz artar” diyor.
“Kreş eken huzurevi biçer” sözü yanlıştır, “Muhafazakârlık muhafaza etmeyi gerektirir”, “Kadının iş hayatında var olması çocukları ve ailesi bahane göstererek engellenemez”, “Japonya gibi muhafazakâr ülkeler neden daha fazla kreş açmak için projeler üretiyor ona bakmak lazım” diyor.
Evet, dünyada çalışmak isteyen kadınlar sadece Türkiye’de değil, sadece bizim erkeklerimiz ve bizim çocuklarımız kıymetli değil, uzun süren mücadelelerden sonra dünya bu işi nasıl çözmüş buna bakmak lâzım.
Sonuç itibarıyla:
Kadın ve erkek yaradılış fıtratlarını bir araya getirerek, birbirlerini tamamlayarak yürüyecekler bu yolda. Erkekler kadınsız, kadınlar da erkeksiz bir dünyada yaşamayı istemiyorlar. Kadın olarak sadece kendi annelerini tanımayı bir kenara bırakacaklar. Nihayetinde her kadın bir çocuğun annesi, ya bir anne adayı ya da anne olmak istemeyen “birey bir kadın”.
Üreme hakkı da onun, ürememe hakkı da onun. Çalışma hakkı da onun, çalışmama hakkı da onun. Sevişme hakkı da onun, sevişmeme hakkı da onun.
Erkeklerin yapacağı; doğuştan kendilerinin olan bu hakka kadınların da doğuştan sahip olduğunu, ancak erkekler tarafından sonradan gasp edildiğini anlamak.
Benim diyeceğim:
Yaradanın bize verdiği hakları bizden almayın
siz.
Tüyden Elbiseli Kadınlarız biz.
Bedenlerimiz yanınızda diye yanınızdayız zannedersiniz,
Değilizdir, çoktan uçup gitmişizdir biz…
*****
KONGRE BİLGİLERİ:
V. Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kongresi 
KADIN, SAĞLIK ve MUHAFAZAKÂRLIK
23 – 25 Şubat 2018 / BAOB Oditoryum / BURSA
Kongre Başkanları:
TTB Merkez Konseyi Üyesi Dr. Selma Güngör 
TTB Bursa Tabip Odası Başkanı Dr. Güzide Elitez 

***BİRİNCİ GÜN***
Açılış konferansı: Emel İrgil
İlk konuk: Sibel Özbudun
Tarihsel, Toplumsal, Siyasal Açıdan Kadın ve Muhafazakârlık
Yönetici: Hafize Öztürk Türkmen.
Muhafazakârlık, Ailenin Yüceltilmesi: Nilgün Toker
Muhafazakârlık ve Toplumsal Cinsiyet: Alev Özkazanç

Bölgemiz, İslamiyet ve Feminizm: Handan Koç
Din ve Muhafazakârlık
Yönetici: Lale Taşkıranoğlu Tırtıl
Fatmagül Berktay
Kadın Bedeni Ve Muhafazakârlık
Yönetici: Şevkat Bahar Özvarış
Kadın Bedeni Ve Muhafazakârlık: Aksu Bora
Sporda Kadın Bedeni ve Denetimi: Canan Koca
Kadın Emeği ve Muhafazakârlık
Yönetici: Aslı Davas
Temel bir insan hakkı olan çalışma hakkı – Nasıl ve hangi koşullarda?: Gülay Toksöz
Neoliberal politikalar ekseninde muhafazakârlık ve kadın emeği: Melda Yaman
Son dönem politikalar ışığında kadınların sendikal örgütlenmesi: Betül Urhan
Film Gösterimi / Yönetici: Aslı Aktümen Bilgin
***İKİNCİ GÜN***
Cinsellik ve Muhafazakârlık
Yönetici: Feride Aksu Tanık
Kadın cinselliği ve muhafazakârlığın kadın cinselliği üzerindeki etkisi: Aytül Gürbüz Tükel
Kadın ve Şiddet: Radikalizm suhuleti ve rövanşizm ufuneti: Aylime Aslı Demir
Ruh Sağlığı ve Muhafazakârlık
Yönetici: Şahika Yüksek
Suzan Saner
Evlilik ve Muhafazakârlık: Özlem Altıntaş
Şahika Yüksek
Kadın Sağlığı ve Muhafazakârlık
Yönetici: Suzan Saner
Muhafazakârlaşmanın kadın sağlığı hizmetleri üzerine etkisi: Türkan Günay
Türkiye’de nüfus politikasında değişimin kadın sağlığı üzerindeki sonuçları: Nuriye Ortaylı
Toplumsal cinsiyet normları ve fiziksel aktivite olanağı: Nilay Etiler
Kadına Yönelik Şiddet ve Muhafazakârlık
Yönetici: Funda Obuz
Kadına yönelik şiddetin 6284 no’lu yasası ve İstanbul Sözleşmesi: Gülriz Uygur
Şiddetin artışında muhafazakâr politikaların rolü: Hülya Gülbahar 
Sözel Bildiriler

***ÜÇÜNCÜ GÜN***
Muhafazakârlığa Karşı Kadın Mücadelesi / Panel
Yönetici: Canan Güllü
Nükhet Sirman / Aslı Pasinli
Forum
Yönetici: Filiz Ak
****
İki gün boyunca öğlen yemeklerinde masamıza Görükle Kadın Dayanışma Derneği üyelerinin ellerinden çıkan leziz ve sağlıklı yemekler geldi.
Hepsinin ellerine ve emeklerine sağlık…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.