Susuz Yaz

“Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu…”
Çocukken bu şarkıyı öğrenmemle birlikte soğukta dışarıda kalan hayvanlara karşı kendimde büyük bir sorumluluk taşımaya başladım.
Ekmek kırıntılarını pencerelerin önüne koyarak o mini mini mini kuşları besledim. Belki karınları doyarsa üşümezlerdi. Belki güçleri kuvvetleri olur, uçup kuytu bir yerlere saklanabilirlerdi.
Bir dönem geldi o beslediğim kuşları tuzaklar kurup yakaladım. Yakaladım ve serbest bıraktım. Başarı; o tuzağın doğru bir şekilde kurulup avını yakalayabilmesiydi. Yoksa minicik bir kuşun canını almak değil.
Sonra eve gelen kediyle birlikte o kedinin beslenmesi için alınan ciğerler, evdeki yemeklerden aşırılıp kediye taşımalar, kendi tabağından birkaç lokmayı da ona ayırmalar derken bir canın beslenmesinin hazzını tattım.
Biz tatilde olduğumuzda evde kalmayan kedimiz bazen haldeki balıkçıların balık artıklarıyla,  bazen konu komşunun verdiği yemeklerle, bazen de bizzat kendisi avlanarak hayatta kalmayı başarıyordu.
Suyunu da her mahallede bulunan umumî çeşmelerden içiyordu.
Tatil bitip de eve döndüğümüzde kedimiz de eve dönüyor, birlikteliğimize kaldığımız yerden devam ediyorduk.
Bütün canlılar için su, yemekten çok daha öncelikli bir ihtiyaç. Doğal hayatta sürüler halinde ya da tek başlarına yaşayan bütün canlılar zaman zaman yakınlarındaki su kaynağına inip sularını içerler. Suyu paylaşırlar. Kaynak doğaldır, ihtiyaç da doğaldır. Paylaşılması elzemdir.
Tabii suya inen hayvanların su içerkenki en savunmasız hallerini fırsat bilen diğer avcılar bu durumdan istifade edip günlük yemeklerini temin edebiliyorlar. “Su içerken yılan bile dokunmaz” derler de; su içmeye inmiş antilop sürüsüne saldıran timsahın bu sözden bihaber olmasına pek şaşırmamak gerek…
Canlıların su içebilmesi için doğada dereler, su birikintileri, çaylar var da; şehirlerde böyle bir imkân kalmadı ne yazık ki.
Köylerde kasabalarda belki kalmıştır ama büyük kentlerde gürül gürül akan o mahalle çeşmeleri yok artık.
Bu yüzden de kışın yemek bulmakta zorlanan  canlı mahlûkat yaz geldiğinde de su bulmakta zorlanıyor.
Kuşlar susuzluktan havuzların klorlu suyunu dahi içebiliyorlar. Aniden suya doğru inişe geçip nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde suya değercesine ağızlarına su alıp tekrar yükseliyorlar. Kimyasal karışımlı o su insanın derisinden vücuduna zerk olabiliyorken minicik bir kuşun midesine inmesine üzülmüş bir halde arkasından bakakalıyorum.
Sokaklarda yaşayan kediler-köpekler için çevre esnafı bir yandan, mahalle sakinleri bir yandan belli yerlere su bırakıyorlar. Suya gelen  hayvanların büyük bir hararetle su içişlerini izlerken “Susuzluktan yanmış yavrucak” diyor insan kendi kendine…
Ve yaptığı bu iyi işten dolayı kendisini bir kez daha seviyor.
Bu mücadelenin bireyler tarafından verilmesi her ne kadar güzel olsa da süreklilik gösteremediği için bir yerlerde kopup gidiyor aslında. Oysa belediyeler parklara-bahçelere nasıl özen gösterip, oradaki çiçekleri nasıl düzenli suluyorlarsa; kentin çeşitli yerlerine sadece hayvanların içebileceği minik su havuzları yapıp onları da her gün taze suyla doldurmalı bence.
Evet; çiçekler canlılar ve çok güzeller. Bakımı ve özeni ziyadesiyle hak ediyorlar.
Unutmayalım ki hayvanlar da en az çiçekler kadar canlılar ve en az çiçekler kadar güzeller.
Hem biz onların doğal hayatlarının içine getirip  şehirlerimizi yerleştirmedik mi? Onların dengelerini biz bozmadık mı? Onları da şehirleştirmedik mi? Madem ki işgalci olan biziz, madem ki onları da bu şartlarda yaşamaya biz mecbur bıraktık, o zaman onlara da hizmet vermek zorundayız.
Sokaklarda yaşayan köpekleri-kedileri toplayıp onları itlaf etmekle ya da sağlıksız koşullardaki barınaklara tıkmakla sorunlar çözülmüyor ne yazık ki. Onlar bir yandan bir yerlerde üremeye devam ediyorlar.
Sokaklarda yaşayanları koruma altına almak, doğmuş olan yavruları sahiplendirmek, onları itilip-kakılmaktan, türlü çeşit işkenceye maruz kalmaktan kurtarmak da insanlığın öncelikli sorumluluklarından değil mi?
Çiçeklerimizi sulamadığımız zaman nasıl boyunlarını büküp sararıp soluyorlarsa susuz kalan sokak hayvanları da aynı şekilde kuruyup kavruluyorlar.
Ha; derseniz ki “hayvan işte, ölse ne olur, yaşasa ne olur”, o zaman da dönüp aynaya bakmanız ve aynada gördüğünüz o canlıya acımanız gerekir derim.
Ben’ce artık o, insanlıktan uzaklaşmış bir organizmadan öte bir şey değildir…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.