Struma 2011

Şubat 1942’de Karadeniz’de ne olduysa bu kez de aynısı Akdeniz’de oldu…
II. Dünya Savaşı sırasında Naziler’den kaçan Yahudileri Filistin’e götürmek üzere Romanya’dan yola çıkan Struma isimli gemi, Marmara’da Sarayburnu açıklarında iki ay kadar kalmıştı. Yaşanan siyasi anlaşmazlıklardan dolayı ne geriye dönmesine, ne Filistin’e gitmesine ve ne de Türkiye’de kalmasına izin verilmeyen motoru bozuk bu gemi Türk gemileri tarafından Karadeniz’e çekilerek kaderine terk edilmişti.
Karadeniz’de  başıboş kalan açlık ve sefalet kokan gemi ertesi gün bilinmeyen bir nedenle aniden infilak etmiş ve batmıştı. Daha sonra 1960 senesinde bu batışın ardındaki hikâye ortaya çıkmış, Struma’nın bir Sovyet denizaltısının torpillemesi sonucu battığı anlaşılmıştı.
1942 yılında taşıdığı 800’e yakın yolcusuyla sulara gömülen Struma’nın kaderini bugün, 2011’in Mayıs’ında Libya’dan İtalya’ya mülteci taşıyan bir gemi yaşadı. İçindeki 600 yolcusuyla sulara gömülen gemiden sağ kurtulan olduysa da onların akıbeti de diğerlerinden farklı olmayacaktır.
Savaş ve açlık sınırında yaşanan hayatlarından göç ederek kurtulmaya çalışan insanların bu umutları çok zaman trajediyle sonuçlanıyor
Daha iyi şartlarda yaşayabileceklerini düşündükleri ülkelere doğru çıkılan yolculukların bazıları hedeflenen ülkeye varılamadan yarıda kesiliyor.
Deniz yoluyla iltica etmek isteyenlerin paralarının alınarak kandırıldığı, perişan haldeki teknelerde üst üste istif edilmiş halde yolculuk yapılmaya mecbur bırakıldığı, çok zaman da denizin ortasında kaderlerine terk edildiği bu meçhule yolculuk tekneleri bir yerlerde sulara gömülüp gidiyor.
İçindeki yüzlerce insanın bir umutla bindiği o gemiler gidilmek istenen hedefe ulaştığındaysa bu durumdan kimsenin haberi olmuyor.
Mülteciler yeni vatanlarına ulaşıp orada yaşanan hayata karışıveriyorlar. İkinci ya da üçüncü kuşakları iltica ettikleri memlekete uyum sağlamış ve o toplulukta erimiş oluyorlar.
Zülfü Livaneli’nin yeni kitabi Serenad’da, Nazilerin eline geçmesini engelleyemediği Yahudi eşinin Struma’ya bindirildiğini öğrenince geminin peşinden İstanbul’a gelen bir Alman profesörün hikâyesi anlatılıyor. Geminin İstanbul’da kaldığı süre içinde Profesörün her gün sahile gelerek karısını bir an bile olsa görmeye çalışması, daha sonra geminin Karadeniz’e çekilişi, Karadeniz sahiline gitmek isteyen Profesörün taksicinin ‘yarın gidelim’ tavsiyesine uyarak Karadeniz sahiline gidişini ertelemesi, ertesi gün gittiklerindeyse teknenin gözlerinin önünde parçalanışı, batışı, yok oluşu…
Tek tek kişilere inildiğinde herkesin farklı bir öyküsü var. Her insan, her satırı ince ince yazılmış bir roman.
Siyaset içinse tek tek o insanların hiç bir hükmü yok sanki. Oysa ki siyaset insan için, insanın daha iyi şartlarda yaşaması için değil midir?
Devletlerin başındakiler kararlarını verip taşlarını oynadıkları zaman, yerinden oynattıkları o taşların altında kalanları, ezilenleri, parçalananları asla ama asla düşünmüyorlar. Kendilerince dünya düzenini sağlamaya çalışan, gücü ellerine geçirmeye çalışan ve bu ele geçirilişlere karşı gelenlerin arasında yüzyıllardır süren mücadelelerde kurban edilen hep günahsız halk.
Çocuğuyla, yaşlısıyla, genciyle her türlü eziyete katlanan, her işkenceye maruz kalan, acılar içinde ailesinden, evinden, barkından, yurdundan ayrılmaya zorlanan hep o ‘önemsenmeyen insan’ oluyor. Peki bu düzen içinde ‘insan’ önemsenmeyecekse kim önemsenecek?
Devletlerin devamlılığı içlerindeki insanlar yaşamazsa neye yarayacak? Yoksa hakları olmadığı halde ele geçirdikleri devletlerin insanlarını yok ederek, doğal kaynaklarını sömürerek besledikleri kendi insanlarının daha çok semirmesini mi sağlayacaklar?
Oradaki ‘DEV’in doyması için buradaki cücelerin mi kanları akacak? Oradaki devler buradaki kanlarla mı beslenecek? Filler tepişirken ezilen hep çimenler mi olacak?
‘Coğrafyan kaderindir’ demiş Livaneli kitabının bir yerinde. Yaşadığın memleketin zenginlikleri senin zulüm görme katsayını arttırmaktan başka bir işe yaramıyor galiba.
Doğduğu evin nimetlerinden faydalanmasına öteki mahalle komşuları tarafından izin verilmeyen hane sakinlerinin haline benzemiyor mu bu durum? Evinde yaşayanların huzurunu ve refahını sağlamak, evin ayakta kalabilmesi için o evde yaşayanlara sorumluluk vermek, iş bölümü yapmak, güvenceler sağlamak o evin reisinin görevi değil midir?  Evin reisinin böyle bir düşüncesi olmadığı gibi, yıllarca o evin nimetlerini hane sakinleriyle paylaşmak yerine onların emekleriyle kendi saltanatını sürmek, evdeki çoluk çocuk aç mı tok mu diye düşünmeyen bir reis olup çıkmak mıdır olması gereken? Bunların sonunda da öteki mahalle sakinleri tarafından öncelikle o evden atılmak istenen kendisi olunca tabii ki kızılca kıyamet kopuyor.
Bu şiddet ve eziyet dolu ortamdan kaçabilmek için insanlar kendi evlerini terk ediyorlar, kaçıyorlar. Ki insanoğlu her zaman kendi evinde yaşamak ister. Kendi insanıyla, kendi toprağında, kendi bağında, kendi bahçesinde.
O yüzdendir ki göç edenler ölene kadar geldikleri yerleri anlatır dururlar. Havasını, suyunu, kokusunu özlerler. Memleket hasretiyle yanarlar. Göçtükleri ülkelerde her ne kadar rahat olurlarsa olsunlar oralar onların evi değildir, sanki hep sığıntıdırlar.
Göçlerde sorun olan bir konu da ‘misafir misafiri istemez, ev sahibi hiçbirini istemez’ misali daha önce gelip yerleşmişlerin yeni gelenleri istememesi.
O zaman yapılması gereken  insanları gemilere bindirip denizin ortasında cennet ile cehennem arasında arafta bekler gibi bekletmek. Kendi kendilerine ölmelerini sağlamak.
Kendi kendilerine ölmezlerse de gemilerini batırmak, olmadı fırınlarda yakmak, olmadı kuyulara atmak. Yani mümkün olduğunca çok kişiyi yok etmek…
Benim bütün bunlardan anladığım şu: galiba bazılarına göre bazılarımız bu dünyada gereksiziz, fazlalığız.
Sanırım ilerideki günlerde o fazlalıkları yok etmek yerine daha fazla fazlalaşılmamasını sağlayacaklardır…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.