O’nu anlayabilmek, O’nu anlatabilmek…

Hayatını iyi ya da kötü bir biçimde yaşayan, zamanı dolunca da hiç var olmamışçasına yok olan organizmalarız biz.
Devletler de kursak, devletler de yıksak, tekerleği de icat etsek, yerçekimini de bulsak, sultan da olsak, derviş de olsak, düşkün de olsak, vaktimiz geldiğinde biz de bizden öncekiler gibi doğumumuzla başlayan gerçeğimizi yaşayacağız.
Ne İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, ne Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran Osman Bey, ne bu imparatorluğu en geniş topraklara ulaştıran Kanunî ve ne de son padişah Vahdettin…
Ne Newton, ne Arşimet, ne Kleopatra, ne Sezar ve ne de Brütüs…
Hiçbirisi yok artık.
Ne yüz yıl, ne de bin yıl önce yaşamış olmaları tarih sayfalarında yaşayan karakterler olmalarında belirleyici bir unsur.
Albert Einstein; “Ben görevimi burada bitiriyorum.” diyerek gitmiştir bu dünyadan, Kanunî Sultan Süleyman: “Ben ölünce bir elimi tabutumun dışına atın. İnsanlar görsünler ki padişah olan Kanunî bile bu dünyadan eli boş gitmiştir” diyerek…
Bu büyük insanlar, esas sonsuzluğa bu dünyada arkalarında bırakacakları eserlerle erişebileceklerini biliyorlardı…
Atatürk: “Benim naçiz bedenim elbet bir gün toprak olacaktır ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” derken, kendi varlığının devletin varlığının önünde olmadığını ifade etmişti.
Kurduğu devletin okullarında okuyan bizler her sabah kara tahtanın üzerindeki resminde O’nu gördük. Hafif çatık kaşlarıyla bize pür dikkat baktığını düşündüğümüz Atamızı hayranlıkla sevdik. Derslerimizde başarısız olursak O’nun üzüleceğine ve bize darılacağına inandık.
Bu öyle bir inanıştı ki, bizim çocuk ruhlarımızda sevgiyle karışık bir saygı yaratmıştı…
Bedenen yok oluşunun üzerinden geçen 73 senede geldiğimiz şu nokta şimdi bizi ne kadar memnun ediyor iyi bir düşünmek lâzım.
Onun bize açtığı yolda, gösterdiği hedefe hiç durmadan yürüyerek ulaşabildik mi diye sorgulamak lâzım.
Ki Atamıza her sabah derse başlarken bunun için söz vermiştik.
Ant içmiştik…
Sadece anma günlerinde büstlerine çelenkler koyarak, öğrencilere kimselerin dinlemediği şiirler okutarak, kimselerin ilgilenmediği konuşmalar yaparak mı yaşatıyoruz bu büyük ruhu?
Hâttâ çocuklara sıkıcı gelen bu durumlar O’na ve eserlerine duymaları gereken saygıyı ve ilgiyi engellemiyor mu? Bir an önce şu seramoniler bitse de gitsek diye bakmıyorlar mı? Ne yazık ki çocuklar sadece bu özel günlerin tatil olup olamayacağını merak ediyorlar…
O’nun gerçeğini niçin yeterince anlatamıyoruz?
Nereden geldiğimiz, nasıl var olduğumuz sadece tarih dersinde yapılan sınavlarda not almak için ezberlenen bilgiler olarak mı kaldı?
Bunu aşılaması gereken eğitim camiası kendi varoluş sebebini unutup, bünyesini İstiklâl Marşı’nı dahi söylemekten aciz eğitimcilerle doldurup, böylece ilk hedef olarak Atatürk’ü unutturmayı mı hedefledi?
Bu savaşta savaşmış insanların torunları kendi çocuklarına bu kurtuluşu ve bu kuruluşu yeterince anlatamadılar mı?
Kitaplar mı yazılmadı, filmler mi çekilmedi? Yazıldıysa da çekildiyse de, hiçbirisi okunmadı mı hiçbirisi izlenmedi mi?
O’nun bizler için kurduğu hayallerini gerçekleştirerek karşısına alnı açık bir şekilde geçmek varken, tam tersi olan her şeyi yapmak ve sonra da bunları hiç yapmamışçasına O’nun karşısına geçip çelenkler bırakmak, saygı duruşunda bulunmak sizlere de yapay gelmiyor mu?
“O” üzerine aldığı vazifesini lâyıkıyla yaparak ebediyete göç etti. Bundan sonra olacak hiçbir şeyden ne haberi olacak, ne de etkilenecek. Bundan sonra yapacağımız her şeyin dönüşü iyi ya da kötü olarak bizedir.
Çocuklarımızadır, torunlarımızadır, geleceğimizedir.
O’na saldırmakla ve yıpratmaya çalışmakla kendi geleceğimizi yok etmekten öteye geçemeyiz.
Belki de bir efsane yıkılmadan yeni bir efsane yazılmaz diye düşünülüyor da, yıkılmak istenen efsanenin efsane olmasına sebep olan olayların kendisi adına yaptıkları değil de, milleti adına yaptıkları olduğu gözardı ediliyor.
Efsane olmaya meraklı olmak güzel elbette ama geçmişine sahip çıkmayan ve saygı duymayan, milletinden çok kendi benliğini düşünenlerin nasıl bir efsaneye dönüşeceği de ayrı bir konu.
Tarih iyi ve kötü bütün efsaneleri kendi içine gömer.
O efsaneler ki halklarını bazen en yüksek dağların en yüksek zirvelerine ulaştırır, bazen de kendilerini uçurumdan aşağılara bırakarak arkasından gelenleri de kendileriyle birlikte sürüklerler.
Liderini iyi seçecek ve iyi gözleyecek iradeli bir millet olabilmekte galiba esas iş.
Yoksa akılsız başın cezasını onu kendisine baş seçenler çekiyor…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.