Onlar, Brütüs’tür!

Yaşamın doğal işleyişi kendi
kuralları içinde sürer gider. İstense de istenmese de, zorlansa da zorlanmasa
da pek değişmez.

Bu süreç engellenemez. Gerçekleri
kimse değiştiremez.

Kim ne yaparsa yapsın, ne yazarsa
yazsın, nereye gizlenmeye çalışırsa çalışsın, doğal işleyişin önü kapatılamaz.

Hele hele arkasında yığınla pislik
taşıyanlar; arsızlıkla, yüzsüzlükle ve yalakalıkla beslenmek zorunda olduğu
gerçeğini yok sayamaz.

Galileo’yı öldürdüler de dünyanın
döndüğü gerçeğini değiştirebildiler mi?

Yalancılar ve iftiracılar da
gerçeklerle yüzleşmek durumunda kalırlar.

Nasıl ki, denizler fırtınalar
koparıp azgın dalgalarıyla pisliğini dışarı atarak temizlenmeye çalışıyorsa,
arkasında yığınla pislik taşıyan arsızlar da, yüzünün kirini yalan söyleyerek,
karnının ağrısını iftira kusarak temizlemeye uğraşırlar.

Boşu boşuna, akıntıya karşı kürek
çekerler.

Ne de olsa alışmışlar.

Doğrular suratlarına tokat gibi
yapıştıkça, gerçeklerin önünde diz çökmek durumunda kalırlar. “Bu son olsun”
kıvırmalarıyla kaçacak delik ararlar.

Bunlar nafile çırpınışlardır. Bir
işe yaramaz.

Biz ne yazdıksa, ne söyledikse doğru
çıktı.

Bir tek satırımıza yanıt
veremediler, bir tek satırımızı çürütemediler.

Bilgisizlik ve beceriksizlik
zincirinden kurtulamadıkları için yaya kaldılar. Kendileri ile ilgili
gerçekleri teğet geçerken, sözde okuyucuyu kandırdıklarını sandılar.

Onlar, çabuk hırsız ev sahibini
şaşırtırmış ayaklarına yatıp, yalan, yanlış yazarak, iftira atarak, hatta
hakaret edip salya akıtarak saldırdılar.

Yalnızca sonuç odaklı, sığ verilerle
hazırladıkları düzmeceleri yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.

Onlardan başka da bir şey beklenmez.
Onlar hiç sürpriz yapmazlar, hiç yanıltmazlar.

Çünkü onlar, arsızdır, yüzsüzdür,
yalan yazarlar, iftira atarak ayakta kalmaya çalışırlar.

Battıkça batarlar da bir türlü
anlamazlar.

Onlar hastadır: Son barutlarını
istavrit gibi çırpınarak kullanırlarken nasıl tükendiklerini göremezler.

Araştırmalarım, deneyimlerim ve
analizlerim ışığında yaptığım saptamalar doğru olmasaydı, onlar söylediklerimizi
çürütme yerine bol bol kendilerini överler miydi? Suçluluk içinde panikleşirler
miydi?

Yalan, yanlış ve iftira atarak
yazarlar mıydı?

Geriye dönüp baktığında, pişman
olacak bir şey yapmadığını ve bu nedenle huzur içinde yattığını söyleyenler, “Ismarlama muhakkik” olmadığını, içi suç dolu dosyayı buharlaştırmadığını anlatabiliyor
mu? Biraz kıvırcık yapsa da, çoban salatası sunmayı denese de, Halit
Akçatepe’nin sahneden kovalamak durumunda kaldığı gerçeğini saklayabiliyor mu?
Askerlik görevini er olarak tamamladığı halde, “Yedek Subaydım” yalanının Şehir Kulübü’nde belgelerle
yüzüne vurulduğunda nasıl morardığını anlatabiliyor mu? Yok efendim, Bakanla
göz göze gelmiş, (Ne değiştiyse) DSP’den iki ayda kovulmamış da, dört ay görev
yapmış. Dört ayda da Taşlık İlköğretim Okulu’nu dikivermiş. (Değerlendirmeyi
okuyucuya bırakıyorum) Bunlar onların ruhsal yapısını göstermeye yetmiyor mu?

Arkadaşlarının neden “Kıl”
dediğini, yüzüne neden “Damga” vurulduğunu, kulağına neden “Kar suyu”
kaçırıldığını, Meltem Gazetesi’nden neden kovulduğunu açıklayabiliyor mu? Kaç
değişik partide yol haritası çizmeye çalıştığını söyleyebiliyor mu?

Ne gezer?

Dut yemiş bülbül gibi okumuş, kendi
kendini abartarak övmüş, yalan yanlış yazarak, iftira atarak sözde aklanmaya
çalışmış ancak, daha çok batmış. “Kötü arkadaş, kötüdür zehirli
yılandan”
göndermesiyle de kendini tanımlamış.

Onlar hastadır; Takıntılıdır,
vızvıdık ayrıntılarla uğraşmayı sanat zannederler. “Ben de varım” içgüdüsüyle “Gazeteci oldum”
derler. Vatan-millet-Sakarya edebiyatını dillerinden düşürmezler. Dürüstlükten,
erdemden söz ederler, oysa tiksinti verir dolaştıkları yerler. Öyle geniş mide
taşırlar ki, kıvırdıkça hazmederler.

Onlar hastadır; Çırak çıkardıkları
ustalarını överken dövdüklerini bile fark etmezler. Kim bilir? Belki de bilerek
yaparlar.

“A.B. pek anlamadığı
için bilmeden yanlış yapmış, naylon fatura basılması olayı bu nedenle gözden
kaçmış! Ondan sonra naylon kalmamış.” O sırada kendileri Yörem’de
çalışmıyormuş, Yörem’le ilgisi yokmuş gibi gösterildi. Kendilerini sütten
çıkmış ak kaşık gibi gösterenler, naylon fatura basımını vatana ihanet kabul
ettiklerini duyurdu.

İyi güzel de, 20.04.1999 tarihli,
60.000.000 TL. tutarlı, adressiz, numarasız “Sahte gider pusulası”na neden açıklık getirmezler?

Naylon fatura basılmasının mucidi
durumundaki Yörem Gazetesi Matbaası’nda hazırlanan düzmece “Gider pusulası”yla
yapılan kaçakçılık sahtekârlıktan sayılmıyor mu? Naylon fatura ile “Sahte gider pusulası” aynı kapıya çıkmıyor mu?

Gün geçmesin ki, “Yalan haber”
görmeye alıştığımız Yörem Gazetesi Matbaası’nın hokkabazları bu konuda neden
tek bir sözcük söyleyemezler biliyor musunuz? Gerçeklerden korkarlar da ondan.

Çünkü onlar hastadır:  Alışkındırlar, pişkindirler. “İftiracı gazetecilik utanç yaratıyor” derler, aynaya bakmayı düşünemezler.

AKP’de yer alırlar, Ergün Koç’a
giydirirler. Anap’a geçerler, Bulgaristan’da rakı mezesi olurlar. Anap adına
bir kez olsun konuşmadan, dört yıl boyunca Ergün Koç’un “Parmakçısı”
olurlar. Belediye encümen seçimlerinde, “Sana oy verdim” yemini ederler. Bir oy eksik
çıkması üzerine küfür savururlar. Sözde çabuk hırsızlığa oynarlar. Eksik oyun
sahibi, sağa, sola küfür edenin kendisi olduğu yüzüne karşı somutlaştırılınca,
Ergün Koç’un önünde diz çöküp ağlarlar, özür dilerler. Sarmaş-dolaş dönemine, yerel
seçimlerde ara verilince bu kez Erol Onur’a soyunurlar.

Gel de anla bakalım, bu nasıl
karakter, bu nasıl kişiliktir?

Onlar: Brütüs’tür! Meltem’i Vergi
Dairesi’ne şikâyet ederler. Sarı basın kartını iptal ettirmek için çalmadık
kapı bırakmazlar.

Meclis üyesiyken topladıkları
çikolata ve kolonya faturalarıyla Ergün Koç’u kurtlar sofrasında yem ederler. Arkadan
vurmayı severler. Belediyeden ceza alınca, biraz kıvranırlar, dayanamayıp tıpış
tıpış giderler, “Suçlu Osman Çatak” derler ve özür dilerler.
Gazeteciliğin etik değerlerini ayaklar altına alırlar. Bir lokma somun için,
yüz metreden ceket iliklerler. Sonra da utanmadan “Gazeteci” geçinirler. Onlar gazetecilikten
idare-i maslahatçılığı, herkese mavi boncuk dağıtarak şirin görünmeyi anlarlar.

Gazetecilik; gerçek haberlere, “Çamur at, izi kalsın” demeyle değil, doğru haber yapmayla orantılıdır.

İftira yarışçıları bunların bir
satırına yanıt veremez. Somut olduğu için bir satırını çürütemez.

Kapıdan kovalanırlar, ancak allem
ederler, kullem ederler bacadan girip yine de Koç’un gönlünü almayı başarırlar.
Siyasetle ticareti birbirine karıştırırlar. Üstüne gazetecilik sıfatını ekleyip
sıfır daire, sıfır araba aldıkları söylentileri karşısında sessizliğe
bürünürler, yılan gibi kıvrılarak arazi olurlar.

“Bakırköy Şenlikleri” için Yörem’i kullanarak, iyi
niyetli kurum ve kuruluşlardan milyarlar toplarlar, nereye ne harcandığının
hesabını veremezler. Meltem yazınca, “Siz bizim
duayenimizsiniz”
derler. Ortalık karışınca, şenliklerin de noktalanmasına neden olurlar.

Anlayan varsa beri gelsin!

Onların yüzündeki deri kalındır.
Yarabbi şükür derler, her tükürüğü kabullenirler.

Onlar hastadır, akıl tutulması
yaşarlar. Biri itekler diğeri tetikler ve DP’yi AKP’ye payanda yaparlar.
Gazetecilik, ticaret ve siyaset ilişkileri tıkırında yürüsün diye DP’yi
kullanarak “Suya zam” kazığında öncülük ederler. Sonra
da utanmadan, “Karacabey’in çıkarları her şeyin
üzerindedir”
açıklaması yaparak halkla dalga geçerler.

Gazeteci; doğru olduğu bilenen bir
habere “Yalan haber” diyebilir mi?

Onlar hasta olmasa, CHP İlçe Başkanı
Orhan Karabaş’ın Meltem’e verdiği, “AKP halkı kandırıyor” demecine, 02.02.2010 tarihli
gazetelerinde “Karabaş, karalama haberlerini
yalanladı” başlığı atarak
“Yalan Haber” şeklinde yazı yazabilir mi?

Mantığın bittiği yerdeyiz! “AKP halkı kandırıyor” haberi Meltem’de çıktı. Yalan haberse, Orhan Karabaş ”Düzeltmeyi Meltem’den niye istemedi?” Karabaş yol, yordam, normal işleyiş nedir bilmiyor
mu? Karabaş, “Yalan” denilen haberin doğru olduğunu kanıtlayan
“Düzeltme istemi”ni neden Yörem’e gönderdi? Gazeteci bozuntuları, söz
konusu “Düzeltme”yi niye yayımlamadı? Ahmet Sarıkaya’nın, Yörem’in yalan
haberini ortaya çıkaran Noter’den gönderdiği “Tekzip” okuyucu ile niye paylaşılmadı?

Yiğit meydanda erdir. Burası sözün
bittiği yerdir.

Onlar hastadır: Doğal işleyişin
dışına çıkamazlar. Sürpriz yapmazlar. Hiç yanıltmazlar.

Orhan Karabaş’ın tepkisi karşısında
kem-küm ederler. “Düzeltme istemi”ni, “Rezilliğimizi hiç
olmazsa kendi ellerimizle tescillemeyelim” ezikliği içinde hasıraltı yaparlar.

Yasaları, yönetmelikleri çiğnerler.
Gazeteciliğin etik değerlerini çöpe atarlar. Bol bol suç işlerler.

Meltem ve çalışanları, onurlu
gazeteciliğin gerektirdiği sorumluluğu korumaya özen gösterirken, onlar küçük
hesapların içinde boğulurlar.

Savrulurlar da savrulurlar.

Onlar, iki baskı yapan ve ikisi de
okuyucuyla buluşturulan Meltem Gazetesi’ni sanki suç işlemiş, sanki yalakalık
yapmış, çıkar sağlamış, sanki etik değilmiş gibi göstermeye çalışarak
bilinçsizleşir. Acizleşir ve hukuk önünde hesap vermeye yakalanırlar.

Meltem her gazetenin yaptığı gibi 03.11.2008
tarihinde ikinci baskısını okuyucusuyla buluşturur. Her iki gazete ortadadır.
Birinde yalakalık yapıldığını yada çıkar sağlandığını ima eden tek satır, tek
sözcük göstermeden yalan yazanlar şerefli midir?

Nereden bakarsan bak, nereden
tutarsan tut, sapır sapır döküldükleri ortada.

Onlar hastadır: Yalancıdır,
iftiracıdır, kıskançtır, komplekslidir. Yumuşak karınlarına dokunulunca,
başlarlar tıngırdamaya. Beyaza, “Kara” derler. Çünkü karanlığı severler.

Yalan ve iftirayı ne güzel anlatmış
emekli din adamı Mustafa Arı. Hem de Yörem’de: “Yılandan korkma, yalandan kork.
İftira atmak ve yalan yere şahitlik etmek, bir Müslüman’da bulunmaması gereken
özelliktir.

Yalan ve iftira ile menfaatler ön
plana çıkarılır, olmayan bir şey olmuş gibi anlatılır.

Yalan ve iftira başkalarını kıskanıp
zarar verme düşüncesiyle yapılmaktadır.

Yalan ve iftira sevgi ve dostluk
bağlarını yok eder. Toplumun düzenini bozan yalan, iftira, yalan yere şahitlik
yapmak büyük günahlardandır. Bu günahlardan Müslüman sakınmalıdır. Dürüst,
ahlaklı, kişilik sahibi insanlara iftira atıp onları rencide etmek bir
Müslüman’a yakışmaz.

Yalan ile iman bir arada bulunmaz.

Yalan kadar insanı alçaltan bir şey
yoktur. Asılsız söz, sahibini yüz karası eder, mahcup duruma düşürür, itibarını
sarsar…”

Onlar, yalan söylemek ve iftira
atmak için Rahmetlim’den bile medet umarlar.

Onlar, Meltem’in yazdığı halk
soyguncularını, devlet yağmacılarını yazamazlar, Meltem’i çekemezler. Meltem’in
ilkeli, dürüst gazetecilik anlayışı karşısında şaşırırlar, ezilirler.

Onlar korkaktır, korkak değilse,
kendi evlerinde Bakırköy’de, referanduma gidebilir mi?

Birilerine fazla gelmeye başlayan
Karacabey’i terk etmesine hodri meydan!

Bir yanda İbrahim Bursalı, diğer
tarafta onlar.

Onlar, kaçarlar, hiçbir şey
yapamayınca Don Kişot gibi saldırırlar da saldırırlar. Çünkü kıskanırlar! “Düşmanımın düşmanı dostumdur”a sarılırlar.

Olmaz ki, böyle de çamura yatılmaz
ki,

Yöremde yumuşaklar var / Yöremde sertler / Varmayın üstüme, deşmeyin
yaramı / Bir duble rakıya satıldı nice mertler.

Söylesin bulutlar, börtü böcekler / Söylesin kuşlar, dağlar, taşlar /
Söylesin ılık ılık esen meltem / Neden düştük meydana, kimde hak var?

Ne söylediysek, doğru söylediğimiz
içindir. Ne yazdıysak, doğru yazdığımız içindir.

Af ola okuyucuların kafasını
ütülediysek.  

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.