O anlarda siz ne yapıyordunuz?

Nazilerin yahudilere uyguladığı soykırımı anlatan İkinci Dünya Savaşı dönemi filmlerini izlerken aklımdan geçen tek bir soru olurdu;
Bu vahşet yaşanırken nasıl oldu da diğer insanlar sanki hiçbirşey yokmuş gibi yaşayabildi?
Gettolarda toplanılan, yerinden yurdundan edilerek uzak diyarlara sürülen, götürüldükleri meçhulde gaz odalarına atılan, fırınlarda yakılan, akıl almaz işkencelere tabi tutulan, insanî şartlardan uzak kapatıldıkları kamplarda sniperlar tarafından keyfine öldürülen bu insanlardan kimsenin haberi yok muydu?
1939’dan 1945’e kadar süren, 40 ila 50 milyon insanın öldüğü söylenen, dünya tarihindeki en büyük savaşta bu savaşa taraf olmayanlar savaş esnasında ne yapıyorlardı?
Belki de savaşın girdabına kapılmamak için azami bir gayret sarfederek herşeyi görmezden bilmezden geliyorlardı. Ya da iletişim teknolojisi şimdiki kadar gelişmiş olmadığından onlar da bu yaşananlardan bihaberlerdi.
O savaştan sağ çıkıp da yaşadıklarını aktaranların hikayelerinden oluşan filmlerle birlikte, savaşın acımasız ve harlı yüzü insanların yüreklerini dağlamış, gerçekleri tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermişti.
İşte bu, sinemanın gücüydü…
****
Henüz dünyada olmadığım zamanlarda yaşanıp bitmiş olan bu savaşta ölüp gidenlerden ben mesul değildim.
-1992-1995 yılları arasında yaşanan Bosna savaşında ne yapıyordum? Orada yaşananlardan ne kadar haberim vardı?-
Ayşe Kulin’in Sevdalinka’sını okuyana kadar herşeyin had safhada canice olduğunu biliyor muydum?
Tabii ki bilmiyordum.
Kitabı okurken dahi midem kasılıyordu. Okumakta zorlandığım vakaların yaşanmış vakalar olduğunu biliyordum.
Şimdi artık ben de o savaşın içindeydim. O insanları anlıyordum, o havayı soluyordum, onlarla yaşıyordum, onlarla ölüyordum…
İşte bu, yazının gücüydü…
****
-Ya 1990’da ABD Kuveyt’e saldırdığında ben neredeydim?-
Gökten yağan bombalar bir yanda, uçaksavarların takırtısı bir yanda, sanki bir savaş oyunu izliyormuşcasına televizyondan canlı canlı savaş izliyordum.
Bombaların yağdığı şehirlerdeki canpazarını değil, sadece televiyonda gördüklerimi biliyordum.
Ya İran, ya Irak ya da Afrika’nın kimsesizliğinde yaşanan kıyımlar….
Oralardaki savaşlarda da herkesin bir öyküsü vardı.
Lakin bunları dile getiren hiç kimse yoktu.
Biz onların öykülerini hiçbir zaman bilemedik…
Ve en içimizde, en dibimizde yıllardır kanımızı emen, canımızı yiyen güneydoğu?
Gencecik delikanlıların çatışmaya girdikleri, pusulara düşürüldükleri o saatlerde ben nerelerdeydim? Hangi üzüntünün ya da hangi keyfin peşindeydim?
Gelen her şehit haberiyle kendi özgür hayatımdan utanıyor, sonra da gaflete düşerek yine o hayata geri dönüyordum.
Kimbilir, belki bir gün bütün bu yaşananları da tek tek bireylerin hikayelerine inerek öyküleştirenler olur.
Belki o zaman savaşın acı yüzü “kim haklıydı – kim haksızdı” demeden çok daha iyi idrak edilir…
****
Ve;
-Henüz çok da uzak olmayan bir tarih, 2001 ekimindeki Afganistan Savaşı’ndan ne kadar haberdardım? Ya 2001 öncesinden?-
11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırılarını an be an canlı izlemiştim. Ardından da ABD Afganistan’a saldırmıştı.
Taliban, Usame, Amerika, savaş, bomba, burka… Bunların hepsi sadece birer haberdi sanki.
Uzaklardan bana ulaşana kadar önemini kaybeden haberlerdi.
Duyduğum ilk anda kızgınlıkla karışık üzüldüğüm, sonra da kendi dünyama dalıp unuttuğum haberler…
Afgan yazar Khaled Hosseini’nin Uçurtma Avcısı”nı daha önce okumuştum.
Yeni kitabı Bin Muhteşem Güneşi’ni okuduğumda, Afgan halkının oradan oraya savruluşunun tam da ortasında buldum kendimi.
Üstelik roman kahramanları benim yaşadığım dönemlerde yaşıyorlardı.
Ve ben onlarla aynı zamanı paylaşıyor olmama rağmen onların yaşadıklarından bihaberdim…
Zaman zaman gözlerime dolan yaşlardan harflerini seçemediğim, bazı sayfalarında yüreğimin kabardığı, öyle zamanlarda kitabı kapatıp göğsüme bastırarak öylece hareketsiz kaldığım bir okumaydı bu…
****
“Harami” bir çocuk olan Meryem 1974 baharında 15’ine basıyordu. Gayrı meşru bir çocuk olmasının bedelini bu olaydaki en günahsız kişi olarak, üstelik bir de “kız çocuğu” olarak o ödüyordu.
Haftada bir kendisini görmeye gelen babasına olan hayranlığı, bu hayranlığın annesi tarafından kendisine ihanet olarak algılanması ve annesinin intiharı.
Annesinin ölümünden sonra babası ve babasının karıları tarafından küçük harami Meryem’in kendisinden yaşça büyük bir adamla evlendirilmesi ve kendilerinden uzak bir şehire yollanması.
Ara ara kitabın sayfalarında asılı kalıyorum.
-74 baharında ben ne yapıyorum?-
Henüz ilkokul çağında, , annesinin babasının güvenli kollarında, baharın en güzel günlerini güle oynaya yaşayan dünyadan habersiz bir çocuğum…
1987 baharında henüz dokuz yaşında olan romanın diğer kahramanı Leyla’yı babası okutmaya ve kendi ayakları üzerinde duracak hale getirmeye çalışıyordu. Leyla; iki ağabeyini de Afgan-Sovyet savaşında kaybetmiş, iki erkek evladını kaybetmiş olan annesinin derin kederleri arasında sıkışıp kalmış, platonik aşkı Tarık ile sokaklarda koşturup duran bir çocuktu.
Yine aklım kendi hayatıma gidiyor.
-87 baharında ben neredeyim?-
Evlenmişim ve oğlum o yıl Leyla’dan üç yaş daha küçük…
1992 nisanında Afganistan’ı 78’den beri yöneten çeşitli kominist rejimler yerini mücahitlere bırakmıştı. Bu kez de iktidar için Hikmetyar ile Mesut savaşıyordu. Roketler havada uçuşuyor, sonunda da Taliban yönetimi ele geçiriyordu.
Kabil’in dörtbir yanında ölüm kol geziyordu.
Zihnim 92’ye uçuyor.
-92 haziranında oğlumun sünnet cemiyetini yapmıştık-
Annesinin -oğullarını Afganistan topraklarında birbaşlarına bırakmamak adına- Kabil’den ayrılmaya ayak dirediği, lâkin babasının yoğun ısrarları sonucunda ikna olduğu ve tam da Kabil’i terketmeye hazırlandıkları o gün evlerine isabet eden bir roketle herşey altüst oldu.
Leyla’yı bu dünyada yapayalnız bırakan o ateş topundan sonra hayat artık Leyla için gittikçe daha da zorlaşmaya başlamıştı.
Kendisini yıkılan evlerinin yakıntılarının altından çıkartan, kendi evine getiren ve Leyla’nın bakımını karısı Meryem’e yaptıran Raşit; gün gelip de Leyla ile evlenmek isteyince, Leyla bu evliliği karnında taşıdığı bebeği için çaresizce kabul etmiş ve ondan sonraki hayatı daha da beter bir kâbusa doğru sürüklenmişti…
Zavallı “harami” Meryem ile çocuk yaştaki Leyla’nın Raşit ile yaşadıkları cehennem hayatı, zaman içinde iki kadının birbirlerine duydukları düşmanlığı derin bir dostluğa dönüştürmüştü.
Bir yandan Taliban, savaş şartları, açlık, yoksulluk, burka, sınırlanan hayatlar, kadına getirilen yasaklar; bir yandan Raşit, kayış, yumruk, tekme, tecavüz, soyut-somut her türlü taciz…
Ardı ardına akan seneler…
Hem evde, hem de sokaklarda ardı arkası kesilmeyen bir şiddet rüzgarı…
Ve romanın sonu….
****
Romanlarda adı geçen kişilerin gerçek kişiler olmadığını bilmek; gerçek kişilerin yaşadıklarının roman olmadığı gerçeğiyle bize teselli fırsatı bırakmaz…
Görüldüğü üzre savaşı ve sebep olduğu yıkımları dile getirip dünyaya haykırabilmenin yegane yolu sanattan geçmekte.
Ne uluslararası toplantılar, ne alınan kararlar, ne bildiriler ve ne de kınamalar…
İnsanı kendisiyle yüzleştirebilen, insana ayna tutan, insanların yüreğine dokunabilen, yaşadığı zaman dilimini paylaştığı insanlara karşı kendisini sorumlu hissettiren, belki de bu sayede dünyayı daha yaşanabilir hale getiren sadece sanat…
Atamızın şu sözünü bir daha hatırlayalım:
“Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir.’
Evet,
İfade özgürlüğü elinden alınan her toplum, dilsiz naçar kalmış demektir…

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.