Hayyam’ın kâğıttan şatosu

Semerkant kitabını okurken, savaşmaktan ve yönetmekten kendini sakınan Ömer Hayyam ile savaşmaya ve yönetmeye hevesli olan Hasan Sabbah’ın uzun yıllar arkadaş kalabilmeleri ve her şeye rağmen dostluklarının bozulmamış olması ilgimi çekti.
Kendinde eksik bulduğunu bir başkasında gördüğün zaman ona tutkuyla bağlanırsın ya hani. Hani sanki o seni tamamlar ya, öyleydi belki de…
Kitap, Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf‘un 1988 yılında yazdığı kurgusal romandı.
Kişiler, zamanlar ve mekânlar hep gerçekti. Kurgu olan sadece akıştı.
Tarihi öğretmenin en iyi yolu kurgulamak değil miydi zaten? Gerçeklerden ayrılmadan, olanları hikâyeleştirerek ve okuyanlara o zaman dilimini an be an yaşatarak anlatmak daha iyi değil miydi?
Semerkant’ta anlatılan da 840 senelik bir zaman dilimiydi. Kitap, neredeyse bin yıl arayla iki farklı İran’ı anlatıyordu.
Ömer Hayyam’ın el yazması eseri Rubaiyat’ın yolculuğuydu bir bakıma anlatılan. Ki yolculuk 1072’de Semerkant’ta başlamış, 1912’de bir bilinmezde sona ermişti.
Rubaiyat kitabı halen ortada yok ancak rubailer bugünlere ulaşmış. Hayyam’ın, özellikle de sosyal medyada dönen, binlerce rubaisi olduğuna bakmayın siz, aslında toplam 158 rubaisi olduğu söyleniyor. Bunların Türkçe’ye en iyi çevirisi de Sabahattin Eyüboğlu tarafından yapılmış.
Hayyam’ın rubaileri hakkında minik bir bilgi: Rubailerde uyak 1.,2. ve 4. dizelerde var. 3. dize ise serbest.
“Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende,
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kimin,
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde.”
 
Kitaptaki “Hayyam ile Cihan” aşkı eski İran’ı, “Benjamin ile Şirin” aşkı ise 20. yüzyıl başlarındaki modernleşme çabası içindeki İran’ı anlattı bize. Aşkın tutkusu içinde aktı tarih bir yandan da. Kâh kavuştular, kâh ayrıldılar. Aşklarını bazen ürkekçe, bazen de dolu dolu yaşadılar.
Kitabı okumadan önce Hayyam’ı dörtlüklerinden tanıyordum. Kitabı okuduktan sonra hayatına şöyle bir göz attım.
(Kapak fotoğrafındaki tasvir gibi Hayyam’ı sadece kadın ve şaraptan ibaret sayanlar bu yazıyı daha iyi okusunlar.)
Hayyam 18 Mayıs 1048‘de Nişabur’da doğmuş. Doğum tarihini bu kadar net nasıl biliyor diye geçti aklımdan, takvim konusunda uzman olan Hayyam kendi doğum tarihini araştırıp bulmuş. Günümüzde kullanılan Miladi ve Hicri takvimlerden daha hassas olan Celâli Takvimi’ni hazırlayan Hayyam imiş.
X de onun buluşuymuş mesela. İyi bir matematikçi olan Hayyam, üçüncü dereceden bilinmeyen denklemlerle ilgili yazdığı bir eserinde bilinmeyen rakam yerine Arapça’da şeyanlamına gelen kelimeyi kullanmış. Bu eser diğer dillere çevrilirken İspanyolca’ya “XAY”olarak geçmiş. Daha sonra kelime ilk harfe indirgenerek bilinmeyenin simgesi X olarak kullanılmaya başlamış.
İyi bir matematikçi demiştik değil mi? Binom Açılımı‘nı ilk kullanan bilim insanıymış. Binom iki terimli demektir. (x+y)n şeklinde bir iki terimlinin n üssünü açtığımızda neler olduğuyla ilgilidir.
Matematikten devam edelim; Okullarda Fransız matematikçi Blaise Pascal’ın soyadıyla öğretilen Pascal Üçgeni kavramı aslında Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuş.
Tarihte bilinen ilk savaş karşıtı eylemci yakıştırması da yapılmış kendisine.
Akıl yürütmeci bir Düşünen İnsan olan Hayyam rubailerinde; dünya, var oluş, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme gibi hayata ve insana ilişkin konularda özgürce ve sınır tanımaz bir şekilde akıl yürütüyor. Ne içinde yaşadığı toplumun ne de daha öncesi zamanlarda yaşamış toplumların kabul ettiği kurallara bağlı kalmamış. Çağını aşarakevrenselliğe ulaşmış. Yaşadığı dönem İslamın Altın Çağı olduğundan, felsefeyi günah saymayan bir toplum içinde felsefe ile özgürce ilgilenebilmiş.
Adının anlamını merak edip baktığımda takma adı olan Hayyam’ı babasının çadırcılıkyapmasından aldığını gördüm. Ayrıca İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde Ömer Hayyam Caddesi de mevcut.
18 Mayıs 1048’de Nişabur’da doğan şair, yazar, matematikçi, filozof ve astronom Hayyam, 4 Aralık 1131’de yine Nişabur’da ölmüş.
Kitaba dönecek olursak, kitap aslında sürekli bir tarih tekerrürden ibarettir duygusu yarattı benim üzerimde.

Yazar eserinde aşkın ve rubailerin yanında, mezhep aidiyetinin ne boyutlara ulaşabileceğini sermiş gözler önüne. Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’ne kapanışını, kendisine ölümüne bağlı müritler (dünyanın ilk suikastçileri) yetiştirerek ve onları adeta birer ölüm makinesi haline getirerek bölge üzerinde yarattığı korkuyu anlatmış. Hasan müritlerine Assasian / Esasiyun(dinin esaslarına bağlı kalan) diyor. Yabancı seyyahlarsa bunu afyonla ilintilendirip müritler için Haşhaşiler diyor. Alternatif tıp tarafından bakarsak, Hasan Sabbah’ın otlarla haşır neşir olduğu biliniyor. Cennet vaadi ve şehitlik kavramı da her zaman geçer akçe. Hepsi bir araya gelince ortaya çıkana mürit diyebiliriz o zaman….

Nizam-ül Mülk’ün, Hayyam’ın tüm hayallerini gerçekleştirme karşılığında kendisine ettiği Sahib-i Haber (Hafiyelerin başı) olma teklifini “Cehenneme zincirlenmiş bir cennet” olarak tanımlayan Hayyam ve geçtikleri yolları cehenneme çeviren müritlerini cennet vaadi ile ölüme yollayan Hasan Sabbah’ı düşündüm. Sabbah’ın yarattığı da “Cennete zincirlenmiş bir cehennem” olmalıydı.
Din olgusu kitleler üzerinde her dönem etkin. Yalan ve iftira ile en dindar insanı bile dinsiz yapıp kurtların ortasına atar, lime lime parçalanışını zevkle izleyebilirsiniz.
İbn-i Sina’nın yakını, Ebu Ali’nin en gözde öğrencisi Cabir’i sokakta yerden yere vuran Façalı Surat Softa’ya Cabir’i bırakmasını söyleyen Ömer’in Nişaburlu Hayyam olduğunu anlayan Façalı Softa, Hayyam’ı uydurma bir rubai ile vurmak ve ahalinin ortasına atmak ister.
Şarap testimi kırdın Allah’ım,
Zevk yollarımı bağladın Allah’ım
Yere saçtın lâl rengi şarabımı

Tövbeler tövbesi, yoksa sen sarhoş musun Allah’ım?

Hayyam bu rubainin kendisine ait olduğunu reddederek başka bir rubai ile karşılık verir Façalı’ya.
Hiç bildikleri hiçtir, bilmek istedikleri hiç,
Bak da gör şu cahilleri, kurulmuşlar tepesine dünyanın,
Onlardan değilsen şayet kâfir derler adama
Boş ver onları Hayyam, sen bak kendi yoluna.
Bu arada; Cabir’in hırpalanışını gören Hayyam kendisine “doğruyu söyleyen kırbacı yer” dersini çıkartıyor. Ömrü boyunca şaraba saygı gösteriyor ancak şarabın onu yerle bir etmesine ve kendisini Cabir’in düştüğü duruma düşürmesine izin vermiyor.
Susmayı öğrenmek üzerine düşünen Hayyam, bir gün Kadı Ebu Tahir’e soruyor: “Düşündüklerimi ifade edebilmem için yaşlanmayı mı beklemem lâzım?”
“Her düşündüğünü ifade edebileceğin gün torunlarının torunları bile ihtiyarlamış olacak. diyor Kadı. Devam ediyor sonra: “İki yüzün olsun. Gözlerin, kulakların ve bir dilin olduğunu unut.”
Bugün hâlâ konuşmak ve susmak arasında gidip geliyorsak, ölümünün üzerinden neredeyse 900 yıl geçen Hayyam’ın yüzyıllar ötesine ulaşan bir akla ve düşünceye sahip olduğunu anlarız.
Mal, mülk, iktidar gibi hırsları olmayan Hayyam’ın, Nâsır Han karşısında okuduğu şiir karşılığı ağzının aldığınca altın ile ödüllendirilen Cihan’ın ağzını tıka basa altınla dolduruşuna bakıp da, “Zamanın iki yüzü var. Uzunluğunu güneşin seyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular” deyişini ve Sabbah gibi kendisinden tamamen farklı olan Cihan’a da tutkuyla bağlanışını yine bir tamamlanma olarak algılayabilir miyiz?
Hayyam’ın yazdıklarını ilk Hasan görmüştür, sonra da Cihan. İkisi de o kadar yakın ve özeldirler Hayyam’a…
Cihan da Hayyam da bir ortak noktada buluşmuşlar ve asla çocukları olsun istememişler. Cihan bir döl taşıyıp karnını şişirmek istememiş, Hayyam da taptığı bir Suriyeli şair olan Ebülâla’nın vecizesini benimsemiş:
“Beni dünyaya getirenin günahlarını çekiyorum, ben bu acıyı kimseye çektirmeyeceğim.”
Dolu dizgin geçen bir gecenin ardından Cihan’ın yanından ayrılışıyla yazdığı iki mısrayı okuyunca, Ömer Cihan’a mı aşıktı, yoksa aşka mı diyor insan:
“Sevgilinin yanında yapayalnızdın Hayyam!
Şimdi sığınabilirsin ona, artık gitti madem.” 
Yalnızlık hissi sadece Hayyam’a ait değil. Nizam-ül Mülk’ün Hayyam’a “Yalnızım ben Hoca Ömer, iflah olmaz bir yalnızlık bu” deyişinde yalnızlığını, Hayyam’a dönerek: “Senin gibi adamları bırak Semerkant’a getirtmeyi, böyle adamları bulmak için Semerkant’a kadar bizzat yürüyerek gitmeye razıyım” deyişinde dosta olan hasretini görüyoruz. Çevresindeki insanlara razı olmak zorunda kalmak Nizam’ı kahrediyor besbelli.
Nizam’ın hafiyelik teşkilatı başı olma teklifini kabul etmeyen Ömer, bu görev için hırs ve bilgi dolu Hasan Sabbah’ı önerir kendisine. “Ne zaman güvenebilecek birini bulsam hırsı yeterli olmuyor, ne zaman bir adam önüne sunduğum her işin üzerine atlamaya kalksa bu adam beni kuşkulandırıyor” der Nizam.
Bir de ufak uyarıda bulunur Hayyam: “Hasan bin Ali Sabbah Kum doğumlu.”
“İmamî bir Şii olması benim için sorun değil” der Nizam. “En iyi mesai arkadaşlarımdan bazısı Şii, en iyi askerlerim Ermeni, hazinedarlarım Yahudi, yine de hepsine güveniyor hepsini koruyorum. Sadece İsmaililerden kuşkulanırım.”
Nizam ile Hasan Sabbah ilk anda çok iyi anlaşırlar ve gün gelip de birbirlerine düştüklerinde Nizam bu buluşma için Hayyam’ı suçlar.
“Ölümle ittifak yapan hiçbir dava haklı olamaz, ben ikiniz gibi değilim, siz birbirinize benziyorsunuz” der içinden Hayyam. Lakin susar, söyleyemez…
Hayyam, “Sen yapmazsan bak kimlerin eline kalacağız, gör” diyerek kendisinden yardım isteyen Terken Hatun’a da; “Yönetmek için gereken vasıflarla, iktidara gelmek için gereken vasıflar aynı değil. İşlerin iyi idaresi insanın kendisini unutup başkalarıyla, muhtaçlarla ilgilenmesini gerektirir. İktidara gelmek için insanların en aç gözlüsü olup, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmemek, en yakın dostlarını bile ezmeye hazır olmak lazım. Ben kimseyi ezmem asla!” dememiş miydi?
Nizam hafiye düzenini getirdiğinde keyfi yerindeydi ilk başlarda. Oysa Melikşah’ın babası Alpaslan bu konuda Melikşah’ı uyarmış ve hafiyelik düzenine karşı çıkmasını nasihat etmişti:
“Her yere hafiye yerleştirirsen gerçek dostların kendi sadakatlerini bildikleri için bu yapılanmadan kuşku duymazlar. Oysa hainler hemen dikkat kesilirler. Hafiyeleri satın almaya bakarlar. Yavaş yavaş gerçek dostlarının aleyhine, düşmanlarının ise lehine raporlar almaya başlarsın. Giderek gönlün dostlarına kapanır, hainler yörene yerleşir. Güçsüzleşirsin.”

Gün gelip işler sarpa sarıp, her şey Sabbah’ın aleyhine döndüğünde Melikşah Sabbah’ın canını bağışlayarak onu sadece sürgüne yollamakla cezalandırır. Ama Kum’dan gelen adam dillere destan olacak bir intikam almak üzere geri dönecektir.
Düşmanına merhamet etmek, onu besleyip büyütmeye, kendi sonunu getirmeye el vermek olmuş olmuyor mu?
Hafiye düzeni Melikşah ile Nizam’ı da birbirine düşürür elbet. Öyle ki Nizam Melikşah’a ithafen: “Gidin söyleyin ona, külahının kaderi benim mürekkep hokkamın kaderine bağlıdır.”
Nizam da kibre kapılmıştır işte ve bu da onun sonunu getirir.
Dünyaya çok yükseklerden bakabilen Hayyam’ın: “İlmin kanunu çürütülmektedir. Şiirde ise böyle bir şey yoktur. Bunun için rubai yazıyorum. Beni ilim aleminde esas büyüleyen, en yüce şiiri orada bulmamdır. Matematikte sayıların o baş döndürücü sarhoşluğunu; astronomide kâinatın muammayı andıran mırıltısını. Ama Allah aşkına bana hakikat lafı etmeyin!” diyor ve ‘hakikat’i şiirlerde bulduğunu söylüyor.
İlmin gerçekleri her gün şekil değiştiriyorken, Sabbah’ın o muhteşem Alamut Kalesi bile bugün yokken, Hayyam’ın kağıttan minik şatosu hâlâ yaşıyorken, bugün de o şiirler söyleniyor ve her dörtlük de doğru söylüyor iken, itiraz etmek ne mümkün…
Hayyam 66 yaşındayken Merv şehrinin emirinin karşı konmaz “rasathane” teklifiyle Bab Sincan mahallesindeki bir tepeye kurulan rasathanesinde yaşamaya başladı. Saray merasimlerine katılmaktan hoşnut değildi, o dönem din adamlarının bayıldığı tartışmalara katılmayı sevmiyordu.
Mesela “Kainat daha iyi yaratılabilir miydi? diye tartışıyorlardı aralarında. Evet yaratılabilirdi diyenler Allah’ın eserine yeterince özen göstermediğinden, hayır diyenler ise Allah’ın elinden daha iyisinin gelmeyeceğini kastettikleri için dinsizlikle suçlanıyordu.
“Bana kötü deyip kötülük edeceksen, Ya Hüda, ne farkın kalır benden, söyle” dizeleriyle Hayyam’a da saldırdılar bir ara. “Allah’ın varlığına inanmasam, O’na seslenmezdim” diyerek karşıladı bu saldırıyı Hayyam. Allah’a seslenmek için aracıya ihtiyacı yoktu. “Allah büyüktür ve bizim laf cambazlıklarımıza ihtiyacı yoktur” dedi.
Her dönem olduğu gibi güç savaşları bu dönemde de vardı.
Kibre kapılmayıp düşmanını küçümsemeyen, halkının sesine kulak verip gammazlara itibar etmeyen kazanır bu savaşları.
Nâsır Han’ın ataları halka iç içeyken Nâsır Pers hüküdarlarının tatsız alışkanlıklarını benimsiyor ve gittikçe halktan uzaklaşıyor.
38 yaşında dünyanın en güçlü adamı olan Alpaslan da kibre kapılıp düşmanını küçümsüyor ve bu küçümseyişinin bedelini canıyla ödüyor. (57. sayfada Alpaslan anlatılırken burun keserek itibarsızlaştırma ritüelini de öğreniyoruz. Öyle ki çaptan düşen kişi ölmüş dahi olsa heykelinin burnu kırılırmış.) Alpaslan’ın, kalesini fethettiği Harezmli Yusuf’un parçalanmasını emretmesi üzerine Yusuf’un, “Erkek gibi savaşmış birine böyle muamele reva görülür mü?” deyişine cevap vermemesi, Yusuf’un, “Hey, karı kılıklı, sana söylüyorum!” lafına tahammül edemeyişi ve galeyana gelişiyle kontrolünü kaybedişi Alpaslan’ın kendi sonunu hazırlıyor.
Acaba Ömer Hayyam bu rubaiyi bu dramın ardından mı yazdı? Kim bilir…
“Her gün biri çıkar, başlar, benim ben demeye,
Altınları gümüşleriyle övünmeye,
Tam işleri dilediği düzene girer,
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben diye…”
Meliikşah Hasan Sabbah’ı öldürmediğine bin pişman olur elbet. Sabbah kendini Alamut Kalesi’ne kapatarak yalnızlaşır, kaleyi ise aylarca dayanabilecek icatlarla bezer. Yaptığı müthiş bir şehirciliktir. Kalede yetiştirdiği müritler kale dışında taş taş üstüne komaz.
Sabbah’ın ölümünün ardından torunu Hasan evlat katli geleneği sürdürmüyor. Değişim başlıyor. Hasan Mehdi olarak anılan torun beş vakit namazı yasaklayıp şarabı serbest bırakıyor. Dede Hasan ne kadar aşırıysa, torun Hasan da o kadar aşırıydı.
Cengiz Han’ın doğunun başına çökmesiyle başlayan dalgalarda, yüz altmış yıl boyu her türlü istilacıya kafa tutan Alamut Kalesi Cengiz Han’ın torunu Hulagû Han’a teslim oldu.
Hulagû Alamut Kütüphanesi’nin yakılmasını emretti. Yakılmadan önce tarihçi Cüveynî’ye kaleye girip istediği kitapları almasını söyledi. Cüveynî Allah’ın kelamlarının yer aldığı kitapları topladı. Yedi gün yedi gece yanan kütüphanede hiçbir yedek nüshası bulunmayan sayısız eser yandı. Ki onlarda kainatın en iyi korunan sırlarının bulunduğu rivayet edilir.
Kitabın ilk iki bölümü böyle.
Üçüncü bölümde kitabı anlatan Benjamin O. Lesage karakterinin hikâyesiyle başlar. 1800’lerin sonlarında başlayan bu hikâye hiç ummayacağınız bir biçimde biter.
Benjamin, Hayyam-Cihan aşkının benzerini Şirin ile yaşar. Bir yandan da yakın tarih akar.

Savaşın farklı yüzleri anlatılır paragraflarda: “Savaş gezinti değildir. Uluslar öylesine unutkan ve barut kokusu öyle sarhoş edicidir ki. Üstelik kuşatılmış bir kentte bulunmanın hastalıklı bir keyfi vardır. Engeller ortadan kalkınca kadınlar ve erkekler ilkel kabile hayatının zevklerine yeniden kavuşurlar.”
Savaş esnasında kızlarıyla yaşayan bir kadının evine sığınmak zorunda kalan Benjamin’in, evin annesi tarafından emzirilerek kızlarına kardeş yapılması ve tehlikesizleştirilmesi gözlerden kaçmadı.
“Filozofluk en az peygamberlik kadar vazgeçilmezdir” diyen Cemaleddin Afgani’nin İstanbul’dan kovuluşunu, kendisini dinleyen kalabalıkların kendisini desteklememesini, Seyyid Cemaleddin’in Abdülhamit için deli deyişini, Abdülhamit’e kafa tutarak: ‘Şu memleketi zindana çevirmeseydiniz biz de gidip Avrupa’da yaşamazdık. Şimdi ben sizin konuğunuz muyum, tutsağınız mıyım? Konuğunuz isem izin verin gideyim, tutsağınız isem ayağıma pranga vurun, atın beni zindana’ der.”

Kitap günümüzle de bağdaştırabileceğimiz cümlelerle dolu:
“Ektiğim tohumların filizlendiğini görmedim. Tohumları sarayın çorak toprakları yerine halk tarlalarına atsaydım başarılı olurdum belki. Zorbalık doğunun halklarını eziyor ve yobazlık onların özgürlük çığlıklarını boğmaya devam ediyor. Ve bir adamı ortadan kaldırarak özgürleşeceğini sanma. Yüzyıllık geleneklerin ağırlığını sarsmayı göze alman gerek.”
“Bu yüzyılda yaşayan Müslümanlar olarak bizler yetimiz.”
Şirin: “İran hasta ve İran’ı kim iyileştirirse gelecek onun olacak”.
(İranlılar ülkelerine Aryenler Toprağı manasına gelen Airania Vaeca’nın kısaltılmış hali olan İran derlermiş)
Howard Baskerwille: “Şu yüzyıl başında Doğu uyanmayı başaramazsa Batı’nın gözüne hiç uyku girmeyecek.”

Howard Baskerwille: “İranlılar geçmişte yaşıyor, çünkü geçmiş onların vatanı. Çünkü şimdiki zaman hiçbir şeyin onlara ait olmadığı yabancı bir ülke.”
“Kimse kendi sınırları içinde demokrasi istemiyor. Çar da, İngiltere de. İrlandalıların kendi kendilerini yönetmeyi öğrenmeleri durumunda, bu durum Hintlilerin gözünü açar. O zaman İngiltere’ye de tası tarağı toplayıp kaçmak düşer”
“Bir ülkeden istediklerini alınca o ülkenin demokrasisi kimseyi ilgilendirmiyor artık.”
290. sayfadaki anlatıma bakınca, tam özgürlük içim maliye her dönemin olmazsa olmazı olduğunu anlıyoruz.
Maliyeyi düzeltmesi için ABD’den gönderilen Shuster’in (Ki kitabı okuyan Kitap Kurtları Kulübü arkadaşlarımızın hepsi Kemal Derviş’i hatırlamışlardır) az daha doğunun çehresini değiştireceği kaygısıyla geri gönderilişinin “Shuster İran’ı anlamadı” olarak nitelendirilişi ve şu paragraf ile doğunun yalnızlığı:
Zayıflar haklı olamaz. Kralına karşı haklı olan bir vekil, kocasına karşı haklı olan bir kadın, subayına karşı haklı olan bir nefer, bunların hepsi iki kat cezaya çarptırılır. Zayıflar için haklı olmak bir suçtur. İran, Rusların ve İngilizlerin karşısında zayıftır ve zayıf bir ülke gibi davranmalıydı.”
****
Kitabın beni etkileyen ve benim kendimle konuşmamı tetikleyen bölümlerini yazdım buraya.

Her sayfası haz alınarak okunacak bir kitaptı Semerkant. Alınan bu hazda, çeviriyi yapan Ali Berktay’ın hakkını da teslim edelim.
İki farklı zaman diliminde Hayyam’ın Rubaiyatı etrafında dolanan bu kitabın sonu eminim ki sizi de şaşkınlığa ve araştırmaya yöneltecektir.
Kitabın anlattığı dönemi daha iyi anlamak için Alamut Kalesi’ni, Hasan Sabbah’ı ve Ömer Hayyam’ı anlatan farklı kitaplar da okunmalı.

Hepinize iyi okumalar…

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.