Semerkant kitabını okurken, savaşmaktan ve yönetmekten kendini sakınan Ömer Hayyam ile savaşmaya ve yönetmeye hevesli olan Hasan Sabbah’ın uzun yıllar arkadaş kalabilmeleri ve her şeye rağmen dostluklarının bozulmamış olması ilgimi çekti.
Kendinde eksik bulduğunu bir başkasında gördüğün zaman ona tutkuyla bağlanırsın ya hani. Hani sanki o seni tamamlar ya, öyleydi belki de…
Kişiler, zamanlar ve mekânlar hep gerçekti. Kurgu olan sadece akıştı.
Tarihi öğretmenin en iyi yolu kurgulamak değil miydi zaten? Gerçeklerden ayrılmadan, olanları hikâyeleştirerek ve okuyanlara o zaman dilimini an be an yaşatarak anlatmak daha iyi değil miydi?
Semerkant’ta anlatılan da 840 senelik bir zaman dilimiydi. Kitap, neredeyse bin yıl arayla iki farklı İran’ı anlatıyordu.
Ömer Hayyam’ın el yazması eseri Rubaiyat’ın yolculuğuydu bir bakıma anlatılan. Ki yolculuk 1072’de Semerkant’ta başlamış, 1912’de bir bilinmezde sona ermişti.
Rubaiyat kitabı halen ortada yok ancak rubailer bugünlere ulaşmış. Hayyam’ın, özellikle de sosyal medyada dönen, binlerce rubaisi olduğuna bakmayın siz, aslında toplam 158 rubaisi olduğu söyleniyor. Bunların Türkçe’ye en iyi çevirisi de Sabahattin Eyüboğlu tarafından yapılmış.
Hayyam’ın rubaileri hakkında minik bir bilgi: Rubailerde uyak 1.,2. ve 4. dizelerde var. 3. dize ise serbest.
Kitaptaki “Hayyam ile Cihan” aşkı eski İran’ı, “Benjamin ile Şirin” aşkı ise 20. yüzyıl başlarındaki modernleşme çabası içindeki İran’ı anlattı bize. Aşkın tutkusu içinde aktı tarih bir yandan da. Kâh kavuştular, kâh ayrıldılar. Aşklarını bazen ürkekçe, bazen de dolu dolu yaşadılar.
Kitabı okumadan önce Hayyam’ı dörtlüklerinden tanıyordum. Kitabı okuduktan sonra hayatına şöyle bir göz attım.
(Kapak fotoğrafındaki tasvir gibi Hayyam’ı sadece kadın ve şaraptan ibaret sayanlar bu yazıyı daha iyi okusunlar.)
Matematikten devam edelim; Okullarda Fransız matematikçi Blaise Pascal’ın soyadıyla öğretilen Pascal Üçgeni kavramı aslında Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuş.
18 Mayıs 1048’de Nişabur’da doğan şair, yazar, matematikçi, filozof ve astronom Hayyam, 4 Aralık 1131’de yine Nişabur’da ölmüş.
Nizam-ül Mülk’ün, Hayyam’ın tüm hayallerini gerçekleştirme karşılığında kendisine ettiği Sahib-i Haber (Hafiyelerin başı) olma teklifini “Cehenneme zincirlenmiş bir cennet” olarak tanımlayan Hayyam ve geçtikleri yolları cehenneme çeviren müritlerini cennet vaadi ile ölüme yollayan Hasan Sabbah’ı düşündüm. Sabbah’ın yarattığı da “Cennete zincirlenmiş bir cehennem” olmalıydı.
Din olgusu kitleler üzerinde her dönem etkin. Yalan ve iftira ile en dindar insanı bile dinsiz yapıp kurtların ortasına atar, lime lime parçalanışını zevkle izleyebilirsiniz.
İbn-i Sina’nın yakını, Ebu Ali’nin en gözde öğrencisi Cabir’i sokakta yerden yere vuran Façalı Surat Softa’ya Cabir’i bırakmasını söyleyen Ömer’in Nişaburlu Hayyam olduğunu anlayan Façalı Softa, Hayyam’ı uydurma bir rubai ile vurmak ve ahalinin ortasına atmak ister.
Şarap testimi kırdın Allah’ım,
Zevk yollarımı bağladın Allah’ım
Yere saçtın lâl rengi şarabımı
Tövbeler tövbesi, yoksa sen sarhoş musun Allah’ım?
Hayyam bu rubainin kendisine ait olduğunu reddederek başka bir rubai ile karşılık verir Façalı’ya.
Hiç bildikleri hiçtir, bilmek istedikleri hiç,
Bak da gör şu cahilleri, kurulmuşlar tepesine dünyanın,
Onlardan değilsen şayet kâfir derler adama
Boş ver onları Hayyam, sen bak kendi yoluna.
Bu arada; Cabir’in hırpalanışını gören Hayyam kendisine “doğruyu söyleyen kırbacı yer” dersini çıkartıyor. Ömrü boyunca şaraba saygı gösteriyor ancak şarabın onu yerle bir etmesine ve kendisini Cabir’in düştüğü duruma düşürmesine izin vermiyor.
Susmayı öğrenmek üzerine düşünen Hayyam, bir gün Kadı Ebu Tahir’e soruyor: “Düşündüklerimi ifade edebilmem için yaşlanmayı mı beklemem lâzım?”
“Her düşündüğünü ifade edebileceğin gün torunlarının torunları bile ihtiyarlamış olacak. diyor Kadı. Devam ediyor sonra: “İki yüzün olsun. Gözlerin, kulakların ve bir dilin olduğunu unut.”
Bugün hâlâ konuşmak ve susmak arasında gidip geliyorsak, ölümünün üzerinden neredeyse 900 yıl geçen Hayyam’ın yüzyıllar ötesine ulaşan bir akla ve düşünceye sahip olduğunu anlarız.
Mal, mülk, iktidar gibi hırsları olmayan Hayyam’ın, Nâsır Han karşısında okuduğu şiir karşılığı ağzının aldığınca altın ile ödüllendirilen Cihan’ın ağzını tıka basa altınla dolduruşuna bakıp da, “Zamanın iki yüzü var. Uzunluğunu güneşin seyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular” deyişini ve Sabbah gibi kendisinden tamamen farklı olan Cihan’a da tutkuyla bağlanışını yine bir tamamlanma olarak algılayabilir miyiz?
Hayyam’ın yazdıklarını ilk Hasan görmüştür, sonra da Cihan. İkisi de o kadar yakın ve özeldirler Hayyam’a…
Cihan da Hayyam da bir ortak noktada buluşmuşlar ve asla çocukları olsun istememişler. Cihan bir döl taşıyıp karnını şişirmek istememiş, Hayyam da taptığı bir Suriyeli şair olan Ebülâla’nın vecizesini benimsemiş:
“Beni dünyaya getirenin günahlarını çekiyorum, ben bu acıyı kimseye çektirmeyeceğim.”
Dolu dizgin geçen bir gecenin ardından Cihan’ın yanından ayrılışıyla yazdığı iki mısrayı okuyunca, Ömer Cihan’a mı aşıktı, yoksa aşka mı diyor insan:
“Sevgilinin yanında yapayalnızdın Hayyam!
Şimdi sığınabilirsin ona, artık gitti madem.”
Yalnızlık hissi sadece Hayyam’a ait değil. Nizam-ül Mülk’ün Hayyam’a “Yalnızım ben Hoca Ömer, iflah olmaz bir yalnızlık bu” deyişinde yalnızlığını, Hayyam’a dönerek: “Senin gibi adamları bırak Semerkant’a getirtmeyi, böyle adamları bulmak için Semerkant’a kadar bizzat yürüyerek gitmeye razıyım” deyişinde dosta olan hasretini görüyoruz. Çevresindeki insanlara razı olmak zorunda kalmak Nizam’ı kahrediyor besbelli.
Nizam’ın hafiyelik teşkilatı başı olma teklifini kabul etmeyen Ömer, bu görev için hırs ve bilgi dolu Hasan Sabbah’ı önerir kendisine. “Ne zaman güvenebilecek birini bulsam hırsı yeterli olmuyor, ne zaman bir adam önüne sunduğum her işin üzerine atlamaya kalksa bu adam beni kuşkulandırıyor” der Nizam.
Bir de ufak uyarıda bulunur Hayyam: “Hasan bin Ali Sabbah Kum doğumlu.”
“İmamî bir Şii olması benim için sorun değil” der Nizam. “En iyi mesai arkadaşlarımdan bazısı Şii, en iyi askerlerim Ermeni, hazinedarlarım Yahudi, yine de hepsine güveniyor hepsini koruyorum. Sadece İsmaililerden kuşkulanırım.”
Nizam ile Hasan Sabbah ilk anda çok iyi anlaşırlar ve gün gelip de birbirlerine düştüklerinde Nizam bu buluşma için Hayyam’ı suçlar.
“Ölümle ittifak yapan hiçbir dava haklı olamaz, ben ikiniz gibi değilim, siz birbirinize benziyorsunuz” der içinden Hayyam. Lakin susar, söyleyemez…
Hayyam, “Sen yapmazsan bak kimlerin eline kalacağız, gör” diyerek kendisinden yardım isteyen Terken Hatun’a da; “Yönetmek için gereken vasıflarla, iktidara gelmek için gereken vasıflar aynı değil. İşlerin iyi idaresi insanın kendisini unutup başkalarıyla, muhtaçlarla ilgilenmesini gerektirir. İktidara gelmek için insanların en aç gözlüsü olup, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmemek, en yakın dostlarını bile ezmeye hazır olmak lazım. Ben kimseyi ezmem asla!” dememiş miydi?
Nizam hafiye düzenini getirdiğinde keyfi yerindeydi ilk başlarda. Oysa Melikşah’ın babası Alpaslan bu konuda Melikşah’ı uyarmış ve hafiyelik düzenine karşı çıkmasını nasihat etmişti:
“Her yere hafiye yerleştirirsen gerçek dostların kendi sadakatlerini bildikleri için bu yapılanmadan kuşku duymazlar. Oysa hainler hemen dikkat kesilirler. Hafiyeleri satın almaya bakarlar. Yavaş yavaş gerçek dostlarının aleyhine, düşmanlarının ise lehine raporlar almaya başlarsın. Giderek gönlün dostlarına kapanır, hainler yörene yerleşir. Güçsüzleşirsin.”
Gün gelip işler sarpa sarıp, her şey Sabbah’ın aleyhine döndüğünde Melikşah Sabbah’ın canını bağışlayarak onu sadece sürgüne yollamakla cezalandırır. Ama Kum’dan gelen adam dillere destan olacak bir intikam almak üzere geri dönecektir.
Düşmanına merhamet etmek, onu besleyip büyütmeye, kendi sonunu getirmeye el vermek olmuş olmuyor mu?
Hafiye düzeni Melikşah ile Nizam’ı da birbirine düşürür elbet. Öyle ki Nizam Melikşah’a ithafen: “Gidin söyleyin ona, külahının kaderi benim mürekkep hokkamın kaderine bağlıdır.”
Nizam da kibre kapılmıştır işte ve bu da onun sonunu getirir.
Dünyaya çok yükseklerden bakabilen Hayyam’ın: “İlmin kanunu çürütülmektedir. Şiirde ise böyle bir şey yoktur. Bunun için rubai yazıyorum. Beni ilim aleminde esas büyüleyen, en yüce şiiri orada bulmamdır. Matematikte sayıların o baş döndürücü sarhoşluğunu; astronomide kâinatın muammayı andıran mırıltısını. Ama Allah aşkına bana hakikat lafı etmeyin!” diyor ve ‘hakikat’i şiirlerde bulduğunu söylüyor.
İlmin gerçekleri her gün şekil değiştiriyorken, Sabbah’ın o muhteşem Alamut Kalesi bile bugün yokken, Hayyam’ın kağıttan minik şatosu hâlâ yaşıyorken, bugün de o şiirler söyleniyor ve her dörtlük de doğru söylüyor iken, itiraz etmek ne mümkün…
Hayyam 66 yaşındayken Merv şehrinin emirinin karşı konmaz “rasathane” teklifiyle Bab Sincan mahallesindeki bir tepeye kurulan rasathanesinde yaşamaya başladı. Saray merasimlerine katılmaktan hoşnut değildi, o dönem din adamlarının bayıldığı tartışmalara katılmayı sevmiyordu.
Mesela “Kainat daha iyi yaratılabilir miydi? diye tartışıyorlardı aralarında. Evet yaratılabilirdi diyenler Allah’ın eserine yeterince özen göstermediğinden, hayır diyenler ise Allah’ın elinden daha iyisinin gelmeyeceğini kastettikleri için dinsizlikle suçlanıyordu.
“Bana kötü deyip kötülük edeceksen, Ya Hüda, ne farkın kalır benden, söyle” dizeleriyle Hayyam’a da saldırdılar bir ara. “Allah’ın varlığına inanmasam, O’na seslenmezdim” diyerek karşıladı bu saldırıyı Hayyam. Allah’a seslenmek için aracıya ihtiyacı yoktu. “Allah büyüktür ve bizim laf cambazlıklarımıza ihtiyacı yoktur” dedi.
Her dönem olduğu gibi güç savaşları bu dönemde de vardı.
Kibre kapılmayıp düşmanını küçümsemeyen, halkının sesine kulak verip gammazlara itibar etmeyen kazanır bu savaşları.
Nâsır Han’ın ataları halka iç içeyken Nâsır Pers hüküdarlarının tatsız alışkanlıklarını benimsiyor ve gittikçe halktan uzaklaşıyor.
38 yaşında dünyanın en güçlü adamı olan Alpaslan da kibre kapılıp düşmanını küçümsüyor ve bu küçümseyişinin bedelini canıyla ödüyor. (57. sayfada Alpaslan anlatılırken burun keserek itibarsızlaştırma ritüelini de öğreniyoruz. Öyle ki çaptan düşen kişi ölmüş dahi olsa heykelinin burnu kırılırmış.) Alpaslan’ın, kalesini fethettiği Harezmli Yusuf’un parçalanmasını emretmesi üzerine Yusuf’un, “Erkek gibi savaşmış birine böyle muamele reva görülür mü?” deyişine cevap vermemesi, Yusuf’un, “Hey, karı kılıklı, sana söylüyorum!” lafına tahammül edemeyişi ve galeyana gelişiyle kontrolünü kaybedişi Alpaslan’ın kendi sonunu hazırlıyor.
Acaba Ömer Hayyam bu rubaiyi bu dramın ardından mı yazdı? Kim bilir…
“Her gün biri çıkar, başlar, benim ben demeye,
Altınları gümüşleriyle övünmeye,
Tam işleri dilediği düzene girer,
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben diye…”