Fransız Devrimi neden oldu?

Büyük Fransız Devriminin üzerinden 238 yıl geçti. 14 Temmuz 1789 günü patlayan devrim bir anda olup bitmedi. Yüz yıllar sürdü. Bugünün Fransa’sı beşinci cumhuriyeti yaşıyor.
Bütün dünyayı sarsan bu büyük olayı okullarımızda ya hiç anlatmıyorlar, ya da birkaç cümle ile geçip gidiyorlar. Fransız devriminin öncülü olan İngiliz devrimini de ise hiç bilmiyoruz. Amerikan devrimini ise sadece İngiltere’den kopuşu olarak görüyor, ilk İnsan Hakları Bildirgesini es geçiyoruz. Bu devrimler sırasında yaşananları öğrendikçe bu büyük olayların Türk gençlerinden neden saklandığını anlayabiliyoruz. Oysa Mustafa Kemal Atatürk bu devrimlerden, özellikle de Fransız Devriminden çok etkileniyor.
Kemalist Devrime saldırı modası başladığı yıllarda şimdi bir kısmı FETÖ davasından hapiste olan liberal aydınlar ağız dolusu Fransız Devrimine saldırır, Atatürk Devrimini “Jakobenizm” olarak karaladıktan sonra “İkinci Cumhuriyet” masalları anlatırlardı. Fransız Devriminin önünü açan Robespier’in açtığı yoldan ilerleyen devrimi görmezden gelip bu ünlü devrimciyi bir cani olarak gösterirlerdi. Atatürk’ün yolundan gidenler de bu büyük devrimi yeterince inceleyip yeni kuşaklara yeterince anlatmadılar.
Bu büyük olayı bir makale ile anlatmak elbette olası değil. Ancak ülkemizdeki bazı olayları anlayabilmek için bazı benzerlikler üzerinde durmak gerekiyor.
Atatürk Fransız Devriminden çok etkilendiği gibi Atatürk tarafından kurulan Türk Tarih Kurumu da bu büyük olaya ilgisiz kalmadı. Fransız Profesör Aulard tarafından yazılan “Fransa İnkılabının Siyasi Tarihi” adlı eseri 1944 yılında Nazım Poroy tarafından dilimize çevrilip basılmış. Bin sayfanın üzerindeki bu eser 1987 yılında aslına sadık kalınarak üç cilt olarak yeniden yayınlandı. Dilin eskiliği dikkate alınmazsa son derece ucuza satılan bu eser günümüzü aydınlatmaya yarıyor.
Çevirmen Nazım Poroy’un ön sözünde devrim öncesi Fransa şöyle anlatılıyor:
“O zamanın ifadesine göre ‘Kral kendi mülkünde imparatordur’. Amme hukuku bakımından bütün kudret kralın elindedir. Hususi hukuka da hakim olan odur. Teşri (kanun koymak) kuvveti ona aittir; her madde hakkında emirnameleri yalnız o isdar (yasanın yayınlanması öncesi süreç) eder. Merkeze bağlamış ve derecelenmiş olan idarenin reisi o olduğu için bütün memurlar onun emri altındadır. Belediye rejimi, tabiatı itibarıyla, merkezileştirilmeye elverişli olmadığı halde yine kralın hükmü ve iradesi altına konmuştur. Bir çok şehirler kendi belediye azalarını seçmekten mahrum edilmiştir. Bu azalık sıfatının kral tarafından ekseriye para ile sarıldığı da vakidir. Adliye kralın elindedir. Feodalite devrinin bitmesiyle bütün senyör mahkemeleri kralın hükmüne geçmiştir. Ruhban mahkemelerinin selâhiyetini de parlamentolar vasıtasıyla kırmaya çalışmaktadır. Muharebe ilan eden yalnız kraldır; orduyu elinde tutan yalnız kraldır. Kral din işlerine de karışmıştır.”
İki buçuk asır öncesinin Fransa’sında olanları günümüzün Türkiye’si ile karşılaştırmak yöntem açısından doğru olmasa da yukarıda özeti verilen kral yetkilerinin yerine son anayasa değişikliğinde Cumhurbaşkanına verilen yetkilerle karşılaştırdığımızda ilginç bir benzerlik ile karşılaşıyoruz.
Fransa 1789 yılına geldiğinde feodaller ve kilise ittifakının baskısı altındadır. Yeni gelişen burjuvazi ile yoksul köylüler, gelişmekte olan sanayi işçileri, kent yoksulları artık başkaldırır. Kral ulusal meclisi dağıtmak ister. Bunun üzerine devrim patlak verir ancak kral XVI. Lui halk tarafından çok sevilmektedir. İnsan Hakları Bildirgesi yayınlanmış, anayasa yapılmış kralın yetkileri her gün tartışılmakta ve budanmaktadır. Buna rağmen kral sevgisi sürmektedir. En hızlı devrimciler bile krallığa son verme düşüncesini ağzına alamamaktadır. Ne var ki Avrupa’nın diğer kral ve feodalleri tehlikeyi görür ve XVI. Lui ile anlaşırlar. 21 Haziran 1791 günü kral ailesiyle beraber Fransa’yı terk ederken Verennes’de yakalanır. Kaçış olayı kralın bütün itibarını sona erse de kral yanlıları halen çok güçlüdür. Fransa kralın yakalanıp Paris’e getirilmesinden sonra üç ay cumhuriyet adını almadan cumhuriyetle yönetilse de kral yeniden göreve gelir artık yarı esir durumdadır. Bir karar vermek durumundadır. Bir tercih yapacaktır ama yaptığı tercih onu giyotine kadar götürecektir.
Profesör Aulard eserinde XVI. Lui’nin karşı karşıya olduğu tercihi şöyle değerlendirir:
“…Krallık mantosundan her eski bir süsü koparıldıkça soyulduğu, çıplak kaldığı hissine düştü; Küçülmekte olduğunu zannetti. Ve kendisine arz edilen yeni ve esaslı kuvvete, kendisinden alınmak istenen zayıf ve eski kuvveti tercih etti. Bunun yegane sebebi de bu eski ve kendisinin ona alışmış olması idi.”
14 Eylül 1791 tarihinde Monarşi ilan edilir. Ancak Avrupa’nın diğer kralları tehlikeyi önlemek için Fransa’ya karşı savaş hazırlıklarına girişir. Nisan 1792’de kralın gizlice anlaştığı Avusturya’ya savaş ilan eder. Avrupa devletlerinin savaşı 1815 yılında Waterlo yenilgisi ile sona erer.
İhaneti ortaya çıkan XVI. Lui iki gün süren yargılama sonucu 21 Ocak 1793 günü Giyotinle idam edilir ve Fransa’da Cumhuriyete adım atar. Robespier 12 Nisan 1793 tarihindeki ünlü söylevinde “Kendi ülkesinde düşmanla anlaşmaya giden bir halk, yenilmiş bir halktır ve bağımsızlıktan vazgeçmiş demektir.” diyecektir. Devrim evlatlarını yemeye başlayacak ve 28 Temmuz 1793 günü Robespier de yaralı halde Giyotinle idam edilecektir. Bu noktadan günümüz Türkiye’sine bakmak istersek. İkibuçuk asır öncesinin Fransa kralı yetkilerine sahip ülke yöneticisi şu anda büyük bir baskı altında. Başlangıçta kendisinin tercih ettiği politikalarla hem içte, hem de dışta dayanılmaz bir baskı altına girdi. Suriye’de kendisinin başlamasında aktif rol aldığı iç savaş sonucu bölge emperyalizmin son kozlarını ortaya sürdüğü bir ateş çemberine dönüştü. Bölge ülkelerinin birleşmesi bazı olumluluklar getirirken baskı ve şantajı da son sınırına getirdi. Yine aynı merkezlerden destek alan terör örgütü artık ABD’nin ülkemize açtığı savaş da bir başka bela. Geçen yaşanan Amerikancı FETÖ’cü darbe girişimi sonrası yenilgiye uğrayan güçler ile kesin hesaplaşma yapılamıyor.
Yıllardır süren ekonomik kriz ve dış borç baskısı iktidarın sonunu getirebilir. İşte bu noktada AKP iktidarı ve onun lideri bir karar verme noktasına geldi. Ya önceden olduğu gibi gricilik ve emperyalizm ile işbirliğine devam edecek, cumhuriyetin sonunu getirmeye çalışırken hırsının kurbanı olup halk desteğini kaybedecek, ya da bağımsız cumhuriyetin köklerine yeniden sarılacak. AKP’nin son Cumhuriyet Bayramı ve 10 Kasım törenlerinde aldığı tavır ikinci seçeneğe yöneldiği izlenimi verse de kendi bünyesindeki gerici güçlerin tepkileri de açığa çıkıyor.
Dileriz sağlıklı bir karar verirler ve cumhuriyete son vermek, ara vermek rüyaları ile kendi sonlarını hazırlamazlar.
Cumhuriyete ve Atatürk’e sahiğ çıkan milyonlarca insanımızın 10 Kasım törenlerindeki refleksi iktidarın hangi kararı vermesi gerektiğini işaret ediyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.