Enuma Eliş’ten Beyt Nahrin’e

Mezopotamya Mitolojisi üzerine 19 Mayıs günü akşamı 19:00-20:30 saatleri arasında Sosyolog Alparslan Telli tarafından bir seminer verileceğini gördüm sosyal medyada. Seminerin düzenleyicisi “Aktiffelsefe Bursa” olarak görülüyordu. Seminerin verileceği mekânın evime yakın olduğunu görünce, konu da Mezopotamya olunca “geliyorum” diyerek hemen yaptırdım kaydımı.
Mitoloji Atölyesi’nin 11. bölümüydü bu seminer. Daha önceki seminerleri duymamış mıydım acaba?Geçtiğimiz günlerde Mardin’e yaptığım gezi dolayısıyla “Mezopotamya” sözcüğü dikkatimi çekmişti şimdi ihtimal. Algıda seçicilik diyelim biz buna.

Seminerin verileceği Caffe Da Vinci’ye biraz erkence gidip semineri düzenleyen Yeni Yüksektepe Kültür Derneği hakkında bir şeyler öğrenmek istedim. Ben mi onları duymamıştım, onlar mı seslerini yeterince duyuramamışlardı bilmem ama açıkçası ne derneği, ne Aktiffelsefe’yi, ne Gönüllü Adımlar’ı, ne de GEA‘yı daha önce hiç duymamıştım.

1989 yılında gönüllüler tarafından Ankara’da kurulan ve Türkiye’nin pek çok şehrinde şubesi olan dernek; felsefe, kültür ve gönüllülük alanlarında çalışan bir sivil toplum kuruluşu imiş ve tüm faaliyetlerini üç kuruluş ilkesine göre gerçekleştiriyormuş.
1- BÜTÜNLEŞMEK
2- KARŞILAŞTIRMALI İNCELEME 
3- KENDİNİ ve DOĞAYI TANIMAK

Derneğin adının nereden geldiğini araştırırken “Yüksektepe” kelimesinin her insanın içinde var olan manevi değerlerin bulunduğu bir Yüksektepe’yi simgelediğini öğrendim. “Her Yüksektepeli kendini ve evreni yöneten yasaları araştıran ve bu doğa yasalarına uygun bir hayat sürmeye çalışan bir filozof adayıdır ve bu nedenle de o ‘Yeni’ bir ‘Yüksektepe’dir. Yüksektepe kelimesi her insanda var olan; kendini, yaşamı ve onların yasalarını tanımak isteyen filozofu simgeler.” yazıyordu tanıtımlarında.

Felsefe ve Filozof
Yeni Yüksektepe Kültür Derneği’nin ‘Gönüllü Adımlar’ ile 1989-2014 yılları arasında attığı 25 yıllık izleri süren dergiyi karıştırdım biraz. Derneğin sloganı olan ‘aktiffelsefe’nin ‘felsefe’sini tanımlayan cümlelere rastladım hemen.
“Felsefe bilgelik aşkıdır” sözüyle başlıyordu cümleler. “Her insan az ya da çok nereden geldiğini, nereye gittiğini, kim olduğunu kendisine sorar ve “Yaşamamın bir anlamı var mı, nasıl mutlu olabilirim, insanlar neden bu kadar acı çekiyorlar, her şey tesadüfî midir yoksa kader midir, ben kimim?” der. Bu soruların yanıtlarını aramak hakikat ve bilgeliği aramaktır. Arayan kişi ise filozoftur. Filozof sadece soru sormakla yetinmez, cevapları da arar.” diye devam ediyordu.
Daha devamında “Aktiffelsefe olarak felsefenin ilk anlamına, insanın kendi içinde ve doğada bulunan bilgeliği düşünsel, eylemsel ve aktif bir şekilde araması fikrine geri dönmeyi öneriyoruz.” yazıyordu.

Dergi 2014 tarihliydi. Derneğin internet sitesine girerek yakın dönem etkinliklerine göz attım. Fotoğraftan karikatüre, ekolojik faaliyetlerden arama kurtarmaya, seminerlerden kültürel ve sanatsal faaliyetlere epey zengin bir içerikle karşılaştım sitede.
Ben kendimi dernek hakkında bilgi edinmeye kaptırmışken seminerin başlama saati geldi.
****
Toroslar’dan Basra Körfezi’ne, Dicle ve Fırat nehirleri arasında boylu boyunca ve yemyeşil uzanan, etrafı dağlarla ve çöllerle çevrili, üzerinde kurulan sayısız medeniyetin doğumlarına ve ölümlerine tanıklık etmiş, bağrından bereket fışkıran Mezopotamya’nın mitlerini dinlemeye hazırdım.

Milattan Önce binlerce ve binlerce yıldır kimler gelip geçmişti buralardan, kimlerin ayak izleri vardı bu topraklarda, kimlerin nefesi karışmıştı havaya, kimlerin elleri değmişti suya, kimlerin kanı akmıştı bu topraklar uğruna? Kimlerin?

Mezopotamya / Beyt Nahrin
Sosyolog Alparslan Telli Mezopotamya ile öylesine doluydu ki, bu doluluğunu biz izleyicilere, bizim en anlayacağımız biçimde sunabilmek için epey bir ter döktü desem yalan olmaz.
Bu emeği de karşılıksız kalmadı elbet. İzleyenler de konuyla alâkalıydı. Böyle olunca aktarım daha bir keyifli oldu. Bir buçuk saat sürecek denilen seminer yaklaşık dört saat sürdü. Ben bir dört saat daha dinlerdim.

Mezopotamya için “Dicle ve Fırat arasında yemyeşil uzanan” demiştim hatırlayın, Mezopotamya Yunanca’da “iki ırmak arasında” demekmiş zaten. Aramca’da ise Beyt Nahrin, yani Nehirler Ülkesi denilirmiş buralara.
Mezopotamya’da yaşamış uygarlıkları kısa kısa anlattı Alparslan Telli. “Biraz detaya girsem, sadece Sümerlileri anlatmaya günler yetmez” diye de ekledi.
Onun bu saatler içerisinde anlattıklarının hepsini yazıda aktarmam mümkün değil. Başlıklar altında kısaca anlatmaya çalışacağım. Meraklısı her konuyu enine boyuna araştırır zaten.

Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi
Mezopotamya’da yaşamış uygarlıkları tanıdık önce. Semitik halklar olan Sümerliler (M.Ö. 4000-2000), Elamlar (M.Ö. 3000-640), Akadlar (M.Ö. 2334-2150), Babilliler (M.Ö. 2100-539), Asurlular (M.Ö. 2000-609) yaşamıştı Mezopotamya’da. (M.S. 2018 yılında olduğumuzu, ömrümüzün de ortalama 70-75 yaş civarında olduğunu düşünürsek, yukarıdaki rakamları daha iyi değerlendirebiliriz değil mi?)
Asurlular usta mimardılar mesela. Koloniciydiler ve zalim savaşçıydılar.
Elamlılar tarımda ileriydiler, güçlü madenciydiler ve izole bir dilleri vardı.
Akadlar‘da Sümerliler’in yoğun etkisi vardı. Dilde ve dinde yoğunlukla Sümer dilini kullanıyorlardı. Askeri yapıları güçlüydü.
Babilliler savaşçı ve mimar bir ulustu. Babil’in Asma Bahçeleri’ni duymayan yoktur. Tevrat’ın yaratılış kısmında Babil Kulesi’den bahsedilir. Bu anlatıma göre Nuh’un oğulları Büyük Tufan’dan sonra Sümer’e yerleşir, burada göklere kadar yükselen bir kule yapmak isterler. Babil Kulesi ilk olarak, 90 metre genişliğe ve 90 metre yüksekliğe sahip 7 katlı bir bina olarak inşa edilir.
1. kat, taşı, (33 m)
2. kat, ateşi, (18 m)
3. kat, bitkileri, (6 m)
4. kat, hayvanları, (6 m)
5. kat, insanları, (6 m)
6. kat, gökyüzünü (6 m)
7. kat da melekleri (15 m) sembolize ederdi.
Bir insanın bütün bunları öğrenip, anladıktan sonra yani yedi basamağı sırayla çıktıktan sonra Babil Tanrısı (Marduk’a) ulaşılabileceği düşünülürdü.
Efsaneye göre Tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine, kibirli olmalarına kızar ve o zamana kadar tek dil konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. (* O gün bugün “Bir lisan bir insan” deyip dil öğrenmek için çabalayıp duruyoruz. Öğrenmeye çalıştığımız diller de ekonomisi güçlü devletlerin dilleri oluyor.)

M.Ö. 479’da Babil’i fetheden Pers kralı Xerkes’in kuleyi yıkmasından sonra kule tekrar onarılamaz. Sonrasında Büyük İskender Babil’e geldiğinde kulenin o harap haline bile hayran kalır ve kuleyi eski haline getirmeye karar verir. Büyük İskender kulenin enkazı için 10.000 kişiyi iki ay boyunca çalıştırarak molozları temizletir, kulenin onarımı Büyük İskender’in ölümüne kadar sürer. (* Dinî bir bakış açısıyla bu hikâye genellikle insanın kusurluluğunu, tanrının kusursuzluğu ile kıyaslamak ve dünyadaki yüzlerce dilin kökeninin nereden geldiğini açıklamak amacıyla kullanılmış. Buradan şöyle bir soru da çıkabilir: Madem Tanrı bu kadar kusursuz, o zaman yarattığı kulları niçin bu kadar kusurlu? Tanrı kendine rakip istemediği için mi, yoksa daha iyisini yapamadığı için mi? Tabii ki hikmetinden sual olunmaz. Vardır elbet bir bildiği.)

Babil’in Asma Bahçeleri gerçekten var mıydı yok muydu bu da hâlâ tartışılır. Mitolojiye göre bu bahçeler birbirinin üstüne yükselen, çok katlı mimarlık ve mühendislik harikası bir dizi bahçeden oluşuyordu. Bu bahçelerde farklı çeşit ağaçlar, çalılar ve üzüm bağları bulunuyordu. Rivayete göre bu bahçeler uzaktan yemyeşil bir tepeyi andırıyordu.
Voltaire, 1768 yılında yazdığı Babil Prensesi kitabında, kavuşamayan iki aşığın hikâyesini büyülü kuşların ve mitsel karakterlerin yaşadığı masalsı bir coğrafyayı tasvir ederek anlatır.
Kutsal kitaplarda ve dinî kaynaklarda da Babil Kulesi birbirinden farklı hikâyelerle anlatılır.

Sümerliler yazıyı icat eden uygarlıktı. Tıp, matematik ve astronomide ileriydiler. Şehircilik onların uzmanlık alanıydı.
Her şehir devletinin de kendi tanrısı vardı. Her kentin merkezinde, şehir tanrısı için büyük bir tapınak olan ziggurat inşa edilirdi. Ziggurat düz bir zirveye sahip basamaklı bir piramit gibi görünüyordu. Burada rahipler çeşitli ritüeller gerçekleştirirdi.
(Piramit, tüm zamanlarda karşımıza çıkan bir mimari model.)

Enuma Eniş
Yükseklerdeki gök henüz isimlendirilmemişken,
Ve aşağıda sağlam zemin çağrılmamışken,
Tatlı sular, tuzlu sular ve ilksel var olanlar ile ilksel doğanlar henüz dünya yüzünde yok iken,
Ve göksel gürültüler dört bir yanı titretiyor iken,
Marduk Tiamat’ı ikiye böler ve dünya yeri ile dünya göğünü yaratır.

Yaratılış Destanı
En-ki King-u’nun cesedini Tiamat’ın bedeninden yapılan yeni gezegenin (dünyanın) etrafına asar (ay). Yeni gezegene, yani dünyaya Anunnakiler gelip yerleşirler. Zecharia Sitchin’e göre onlar dünya yüzündeki altın madenini işlemek için gelen uzaylı kolonicilerdi. (M.Ö. 400 bin yıllarını işaret eden arkeolojik buluntulara göre, Mezopotamya bölgesinden kurumuş altın damarları var.) Anunnakilerin çocukları (küçük tanrılar) işe koyulurlar. En-ki de onlarla birliktedir. Anunnakiler yorulur ve Tanrıların Babası Anu’dan kendilerine yardımcılar yaratmasını isterler. Anu oğlu En-ki’ye danışır. Tanrı En-ki insan ırkını (daha önce üzerinde yaşam olan Ay’ın) King-u’nun kanıyla yaratır. Ortaya vahşi türler çıkar ve hiçbir sonuç alamazlar. Hepsini yok ederler. King-u’nun ve diğerlerinin kanının yeterli olmadığını görünce kendi kanlarından da katarak yeni bir tür yaratırlar. Yedi çömlek içerisinde yedi kadın ve yedi erkek kanla karıştırılmış kilden yaratılır (topraktan). O yüzden de insanların kanında tanrıların kanı da vardır (yüksek potansiyelli insanlar). Ve insan bu kan sebebiyle gökselleşebilir. İnsanı yaratan En-ki’nin sembolü olan birbirine sarılmış iki yılan ile En-ki’nin kendi tohumlarından, yani Dicle ve Fırat’tan bahsedildiğini, Dicle ve Fırat’ın da En-ki’nin penisinden fışkırdığını biliyoruz. Burada da En-ki’nin dölünden ya da DNA’sından bahsediliyor. (Çift sarmal DNA ile birbirine sarılmış iki yılanı ve Dicle ile Fırat’ı düşünün)

Tufan Destanı
Yedi Adem ve yedi Havva dünya yüzünde kendilerini yaratanlara taparak yaşamaya ve çoğalmaya  başlarlar. Önceleri her şey yolundadır. Zamanla insan kadınlar ve insan erkekler tanrıların gözüne hoş görünmeye başlarlar. Tanrılar ve tanrıçalara insan kadınlarla ve erkeklerle birlikte olmaya başlayınca bu birlikteliklerden yarı tanrılar doğmaya başlar. Yarı tanrılar insanlarla evlenince çok zeki çocuklar doğuyor. Yeni zeki insanlar tanrılara itaat etmek yerine kendilerini tanrılarla eşdeğer görmeye başlıyorlar. Yeni yaratılanlar fazla gürültü ettikleri sebebiyle yok edilmelerine karar verilir ve tanrı Anu ikna edilir. Marduk ben bu işi hallederim deyip ortaya atılır. İnsanları yaratan Enki yarattıklarına kıyamaz ve oğullarını ve kızlarını koruyarak oğlu Ziusudra (Nuh)’a tufanı haber vererek bir tiyatro sahnelemesini ister (* Tiyatro tufandan da mı eski?). Tiyatro esnasında oğluna tufandan bir gemi inşa ederek kurtulabileceğini ve bu gemiye alabildiği kadar hayvan almasını söyler. Sonra Niburu atıyla birlikte dünyanın yanından geçer ve başlar tufan. Yerler gökler birbirine karışır. Nuh ve yanındakiler hariç tüm canlılar yok olur. Lakin tanrıların emirlerine uymayıp tufanı haber verdiği için En-ki iblis ilan edilir.

Gilgamış Destanı
Gilgamış Destanı’nda Tufan’ı tanrıça İştar ve Bel’in başlattığı anlatılır. Ölümsüzlüğü arayan yarı tanrı Gilgamış güçlüdür ve iridir ama insanlar ondan korkarlar. Bu yüzden yalnızdır ve dostsuzdur. Tanrılar Gilgamış’ın haline acırlar ve ona arkadaşlık etmesi için Enkidu’yu yaratırlar. Göbek deliği olmayan Enkidu ile Gilgamış birbirlerini denemek için güreş tutarlar. Gilgamış’tan daha küçük olan Enkidu Gilgamış’ı yener. Bu Gilgamış’ın hoşuna gider ve dost olurlar. Birlikte vahşi yaratıkları ortadan kaldırırlar. Yaygın bir rivayete göre Enkidu’nun dostluğu ile birlikte Gilgamış eski zalimliğini bir kenara bırakır. Zamanla tanrılar bu güçlü dostluktan rahatsız olmaya başlarlar. Enkidu’yu hasta ederler. Enkidu savaş alanında savaşırken değil de böyle hastalanarak ölecek olmasına çok üzülür. Hastalık sonrası Enkidu ölür. Korkusuz Gilgamış hasta olmaktan ve ölmekten korkar olur.
Tufan’dan kurtularak sağ kaldığını öğrendiği (Sümerliler’in verdiği isim ile) Utnapiştim’i (Ziusudra/Nuh’u) bulmak üzere yola çıkar. Utnapiştim En-ki sayesinde ölümsüzlüğün sırrını bilen bir bilgedir. Utnapiştim’i bulan Gilgamış ondan ölümsüzlüğün sırrını ister. Utnapiştim ona tanrıların özelliği olan ölümsüzlüğü vermezse de sonsuz gençlik otunu verir. Gilgamış, Utnapiştim’in verdiği sonsuz gençlik otunu yemeye fırsat bulamadan otu bir yılana kaptırır. Yılan otu yer, yumurtaya dönüşür, sonra yumurtadan çıkar büyür büyür yaşlanır yeniden yumurtaya döner (reenkarnasyon). Döngü bitimsizdir.

Gilgamış M.Ö. 3000 yıllarının ilk yarısında Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm sürmüştür.
Ölümsüzlüğün ve bilginin peşindeki insanı yücelterek anlatan Gilgamış Destanı, günümüze kalabilmiş, bilinen en eski destandır. Gilgamış Destanı, Akad ve Sümer dillerinde yazılmış tabletlerden derlenmiştir ve bunlardan günümüze 12 tablet kalabilmiştir. Ama bu tabletler eksik olduğu için destan metninin bütünü elde edilememiştir.
****
Enuma Eliş’ten Beyt Nahrin’e Alparslan Telli ile yaptığımız bu yolculukta, en uzun ve en anlamlı yolun eve, yani kendimize giden yol olduğunu öğreniyoruz.
“İnsan göklerin ve yerin çocuğudur, gizemin parçasıdır, küçük kozmosdur” diyor Telli.
“İnsan küçük alemdir, alem büyük insandır” diyor.
“Filozofun yaşı yoktur” diyor.
“Bilinen anlamda ölümsüzlük yoktur” diyor.

Ölümsüzlüğü arayan Gilgamış da ölmüştü.
Ölümsüzlük ardında bıraktıklarındaydı.
Ölümsüzlük dünyaya getirdiğin çocuklarındaydı.
Ölümsüzlük yazdıklarında ya da yazılmaya değer yaşadıklarında, yaptıklarındaydı.
****
Yazımda yarısını dahi anlatamadığım bu bilgilerden sonra, felsefe ve sosyoloji derslerinin müfredattan niçin kaldırıldığını şimdi daha iyi anladınız değil mi?
Üniversitelerin bu bölümleri de gençler için pek cazip değil artık. Bu bölümler geleceği olmayan, daha doğrusu yeterince para kazandırmayan bölümler olarak görülüyorlar.
Düşünmeye hacet duymayan, sorgulamayan, ne dünyayı ne de kendini tanıma merakı olmayan nesiller için yolculuk değil “sonuç” önemli. Evet, hedefleri var, evet hedefe kitleniyorlar, evet hedefe varıyorlar ama hedefe giden yoldan haz almayı bilmiyorlar. Kısacası ham gelip ham gidiyorlar. Pişmiyorlar.

Önce kişilerin, sonra da toplumların en büyük ihtiyacı sosyoloji ve felsefedir.
Görüyorsunuz, bunların eksikliğini “kişisel gelişimciler” doldurulmaya çalışıyor şimdilerde. Bir kişisel gelişim koçunun kendisinin ne kadar gelişip gelişmediğine bakılmıyor üstelik. Birkaç klişe öğreti, birkaç klişe söz, birkaç klişe hareket ile “içimizdeki ben”i aratıyorlar bize. Bulan buluyor, bulamayan orada burada aramaya devam ediyor.

Özetle:
* O zamanlardan bu zamanlara aktarılarak gelen pek çok inanışımız ve adetimiz var.
Yılbaşı ağacı süslemesinin de, alyansın da, nazar boncuğunun da, cinlere inanışının da, günlerin, ayların ve yılların da, güneşin ve gezegenlerin de bir hikâyesi var.
* “7 kat” (7 rakamı) her inanışta mevcut.
* Atlantis ve Mu gizemini hâlâ koruyor.
* Çok gürültü etmek birilerini kızdırabilir.
* Gilgamış’ın ölümsüzlüğü arayışında geçtiği aşamalardaki üç özelliği olan ‘bağlılık, araştırma ve hizmet’, başarıya giden yolun olmazsa olmazı. Yolculuk önemli olsa da yine de “otu” kaptırmamak gerek.
* Ölümsüzlük otunu istemezdim ama sonsuz gençlik otu için aynı şeyi söyleyemem.
* Tanrı olarak betimlenen figürler gezegenlerle ve gök hareketleriyle örtüşüyor. Gezegenler ifadesi tabletlerde geçiyor. (Güneş/Tanrı diğer gezegenleri hizaya dizerek tek-biricik kalmış)
* Gökyüzü yeryüzünün, yeryüzü gökyüzünün yansımasıdır. (Astrolojiyi ve burçları hatırlayın)
* Tanrılar, tanrıçalar, yer tanrı, gök tanrı, boynuz, öküz, çakal ve akrep görünümlü insanlar, hıdırellez, Trinity, King-u, En-ki, Marduk, Kaos, servi ağacı, ekmek ve şarap, kartal, yasak meyve, yaratılış ve kaburga, birbirine sarılı iki yılan ve DNA ve Tıp bilimi, Musa’nın asası ve yılan, hepsinin bir mânası var.
* Mitoloji Hollywood için bitimsiz bir kaynak.
* Mezopotamya üzerindeki dinmeyen kan ve gözyaşına bakacak olursak, gelecek endişesi taşıyan ülkelerin gözü hep bu bereketli topraklar üzerinde. Ancak bu itiş kakış böyle devam ederse ortada bereket kalıp kalmayacağı da meçhul.
* Felsefe insanın kendi yüksek tepesi ile yani filozof kısmı ile tanışmasını amaçlar ve bu nedenle  her birey “Yeni” bir Yüksektepe’dir.
* Caffe Da Vinci masalarında derneğin aktivitelerini anlatan 2011 ve 2014 yılından kalma dergiler vardı. Son dört yılın dergisi mi yok, yoksa dergi birkaç yılda bir mi çıkıyor?
* Derneğin internet sitesi aktif. Oradan kendilerini izleyebilir, derneğe üye olabilir, olmasanız bile aktivitelerine katılabilirsiniz. Hiç olmadı gidip çay kahve içebilir, bir şeyler atıştırabilirsiniz.

*
 Kitaplarla, sanatla, düşünceyle, sevgiyle dolu bu mekânı sevdim ben. Bu akşamki, neredeyse dört saati bulan ama biraz daha sürse diye baktığım, semineri izledikten sonra, özellikle de mitolojiyle ilgili seminerleri kaçırmayacağımı anladım.

                           Caffe Da Vinci

* Yüksektepe Kültür Derneği ile daha önce tanışmamış olmaktan hicap duyduysam da, bu yeni keşfin içimde yarattığı sevinç ile heyecanlandım.
* Kendi “Yüksektepem” ile yıllardır tanışığım ve bu tanışıklık ile yetinmeyip tanışıklığımı dostluğa çevirme yolundayım…

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.