Doyuyoruz ama açız!

Hazır olun, sonradan söyleyeceğimi önceden söyleyerek başlıyorum yazıma.
Bozulan iklim, yok olan toprak ve su, dolayısıyla ortaya çıkan kuraklık-kıtlık-açlık üçlüsü ile birbirimizi mecâzi anlamda yemenin ötesine geçecek, gerçek anlamda yemeye başlayacağız.
“Yanıma ketçap alır mıydınız?”
“Tuzdan çok hazzetmedim ömrüm boyunca, tuzsuzumdur biraz.”
“Yağ ve protein oranım dengelidir, merak buyurmayınız.”
Çok mu abarttım?
Sanmam…
****
Dünyanın pek de iyiye gitmediğinin farkında olan Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO-Food and Agriculture Organization, kuruluş yıldönümü olan 16 Ekim Dünya Gıda Günü’nde her yıl (FAO tarafından belirlenen bir tema çerçevesinde) tüm dünyada açlık, gıda üretimi, gıda tüketimi, gıda güvencesi, yetersiz beslenme ile mücadele yollarının tartışıldığı ve çözüm önerilerinin sunulduğu çeşitli etkinlikler düzenleniyor.
FAO’nun 2016 yılı teması olan ‘İklim Değişiyor, Gıda ve Tarım da Değişmeli’ çerçevesinde iklim değişikliğinin ve küresel ısınmanın tarımsal ürünlerin üretimi üzerine etkileri konusunda, ürün veriminin artırılması, tüketimi, depolanması, doğal kaynakların geliştirilmesi ve ağaçlandırma konularında çalışmalar yapılacak.
Bu çalışmalar kapsamında TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Lale Yıldız‘ın daveti üzerine, Gıda, Kimya ve Ziraat Mühendisleri Odalarının birlikte düzenlediği ve BAOB’da gerçekleşen ‘Küresel İklim Değişikliği ve Gıda Güvencesi Paneli’ne katıldım, konuşulanları dinledim, sunumları izledim. Epey de bilgilendim.
Eve geldiğimde IŞİD’in ateşe verdiği sülfür tesisinden çıkan zehirli bulutun Türkiye’ye ilerlediğini ve asit yağmurlarına maruz kalınabileceği için 28 Ekim Cuma günü, yani bugün evden çıkılmaması, hatta kapı pencere dahi açılmaması gerektiğini duydum.
Biz çıkmayız tamam da; ya bu yağmurlarla yıkanan toprak, toprakta yetişen ekinler, dereler, nehirler, göller, denizler, kuşlar, balıklar, çiçekler, böcekler, onları nasıl koruyalım?
Madem bugün dışarıya çıkmayacağız, paneli anlatmaya geri dönelim o zaman:
Panel Başkanı U.Ü. Gıda Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ö. Utku Çopur, panelistler ise TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu 2. Başkanı Yaşar Üzümcü, TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Ege Bölge Şube Başkanı Saadet Çağlın, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık idi.
Panelin açılış konuşmasını yapan Lale Yıldız gıdayı üretme noktasında en büyük tehdidin iklim değişikliği olarak görülmesi gerektiğini söyledi ve “Küresel iklim değişikliği sürecini yavaşlatacak veya durduracak tedbirler alınmalı” dedi.
Avrupa Birliği’nin öngörüsüne göre 2080 yılına kadar gerçekleşecek 2,5 derecelik sıcaklık artışı 50 milyona yakın insanı açlık riskiyle karşı karşıya bırakacakmış. Dünya nüfusunun 2050 yılında 9.6 milyara ulaşması bekleniyor ve küresel ısınmaya bağlı olarak ortaya çıkan kuraklık ve çölleşme sonucunda 2020 yılında 50 milyon, 2050 yılında ise 200 milyon ‘İklim Mültecisi’ olacakmış.
* Bir şimdiki mülteci sorununu düşünün, bir de 2050 yılındaki dünyada yaşanabilecek olanı. Kıyıda köşede kalmış bir yudum su, bir parça toprak için edilecek göçlerde yaşanacak katliamları düşünün.
Hani yazımın başında dediğim gibi…

Yıldız’ın ardından TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Doç.Dr.Erkan Yaslıoğlu ve TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Burşa Şube Başkanı Ali Uluşahin de kısa birer konuşma yaptılar ve panel başladı.

Memeden Zemzem’e
Bu söz panel başkanı Ö. Utku Çopur’a ait. Çopur, yaptığı paneli başlatış konuşmasında ortalama 70-75 yıl ömrü olan bir insan doğumdan ölüme geçen sürede, yani memeden zemzeme giden yolda 65 ton gıda tükettiğini söylüyor.
Tarımda “anam babam” sistemlerini güncellemek gerektiğini söyleyen Çopur, yetiştirilen ürünün sadece yetiştiricisinin değil, artık Türkiye Cumhuriyeti’nin ürünü olduğunu, düşük kalitedeki ürünün ihracat sırasında kapıdan döndüğünü belirtirken, “Bu süreçte insan faktörü önemli. Dürüst olun, kurnazlık etmeyin” diyor. Kaynak dağılımının adaletsiz olduğu günümüzde 9 kişiden 1’inin aç olduğunu ve AÇLIK‘ın insanlığın en büyük ayıbı olduğunun altını çiziyor. Dünyada üretilen besinler adil dağılmış olsa kişi başı günlük 2750 kalori düşer ki bu da yeterlidir diyor.
* Bir kısım haddinden fazla yemekten OBEZ olurken, bir kısım da AÇLIK‘tan ölüyor kısacası.
Ve israf;
Üretilen gıdaların 3’te 1’i soframıza gelmeden israf ediliyormuş.
Bir yıllık ekmek israfı ile 500 okul ya da 500 km yol, on binlerce konut, onlarca köprü yapılabilme ihtimalini düşünün; bir de fiyat düşmesin diye denize dökülen ekmekleri, tarladan kaldırılmayan ürünleri…
Ne yeşiliz, ne kırmızı
İlk söz alan panelist Yaşar Üzümcü iklim değişikliklerine neden olan etmenleri anlattı bir bir.
Fosil yakıtlara bağlı enerji tüketimi, sanayileşme, kentleşme, ulaşım, aşırı nüfus artışı, ormansızlaşma, tarımsal atıkların ve fosil yakıtların yakılması, yeşil örtünün yok olması sebebiyle güneş ışınlarının soğurulmaması.
* Ve bu listede olması gereken, savaşlar tabii…
Tarımın şirketleşmemesi, aile çiftçiliğine dönülmesi gerektiğini ve çiftçilikte kadın faktörünün önemine değinmesinin ardından, sömürünün yeni şekli olan ‘tarım arazisi satan’ ve ‘tarım arazisi alan’ ülkeler grafiği geldi perdeye. Kırmızılar alan, yeşiller satan. Gördünüz mü tabloyu?
En çok arazi alan ülkeler Çin, ABD, İngiltere, en çok arazi satan ülkeler Brezilya, Avustralya, Etiyopya.
 
İyi ki sera gazları var
İkinci söz alan panelist Ahmet Atalık stoklarda duran ürünlerin dünyanın açlarını doyurabileceğini söyleyerek başlıyor sözlerine. Sorunun yetersiz ürün değil de adaletsiz dağılım olduğuna dikkat çekiyor. Dünyada 836 milyon aç insan var, 500 milyon ise obez diyerek Utku Çopur’u teyit ediyor.
Açlığın sadece zayıflıkla bağdaştırılmaması gerektiğini, dengesiz ve dar beslenmenin de bir nevi açlık olduğunu belirtiyor Atalık. “Doyuyoruz ama açız” diyor.
Çoğalan nüfusu besleyebilmek için tarım üretimi şimdikinden % 60 daha fazla arttırılmalı imiş.
Üretimin de kırsal alanda, fakirliğin de kırsal alanda olduğunu ve tüm zorlukların fakir kırsal alandan başlayıp, en son zengine geldiğini söylüyor.
Dünyamız daha öncelerde de iklim değişimleri geçirdi. Lakin günümüzde % 90’ı insan kaynaklı ve çok hızlı bir iklim geçişi yaşanıyor. Bu da bir çok canlı türünün yok olmasına sebep oluyor. Yağmurlar bitkinin ihtiyacı olduğu zamanda yağmıyor. Ani yağışlar toprağın derinliklerine işlemediği gibi yüzeydeki verimli toprağı da alıp götürüyor.
Sera gazları olmasaydı dünyada sıcaklık 33 derece daha aşağıda olacaktı. Sera gazları faydalı ama dengede kalmalı. Sera gazlarının artması zincirleme ve dolaylı olarak tüm dünyada felaketlere sebep olacaktır.
Yapılan bilimsel çalışmalarda 2040 yılından sonra iklim değişikliğinin etkileri bariz şekilde hissedileceği söyleniyormuş. Fırat nehri % 30 ila % 70 azalacakmış. Seyhan nehri ona keza. Büyük Menderes havzasında 2100 yılında % 50’nin üzerinde azalma olacakmış.
Su kaynaklarındaki azalma ile en başta tarım olmak üzere tüm hayat etkilenecek.
Suyun tasarruflu kullanıldığı modern sulama yöntemlerine geçilmeli. Hayvan gübresi yaygınlaştırılıp doğru kullanımı öğretilmeli. Verimli araziler, meralar kentsel dönüşüme açılmamalı. Araç ekipmanlarında petrol tasarruflu araçlar kullanılmalı. Biyogazla tanışmalı.
Gıdada da var terör
Üçüncü panelistimiz Saadet Çağlın “Gıdalarımız güvenli mi?” sorusu ile başladı konuşmasına. Halk olarak % 51’imiz görsel ve yazılı basında olsun sosyal medyada olsun yayınlanan asılsız gıda haberlerine inanıyor. Sağlık tehdidi açısından trafik ve çevre kirliliğinden sonra güvensiz gıdayı görüyor. Kime ve hangi merciye güveneceğini bilmiyor. Gıda Güvenliğinin on yıl öncesine göre daha kötüye gittiğini düşünüyor. Bunların nedeni ise içinde yaşadığımız GIDA TERÖRÜ. 
Haksız da değil. Çünkü taklit ve sahte üründe dünya üçüncüsü olan Türkiye’de en büyük tehlike gıda alanında yaşanıyor.
Hele de “doğal, köy, organik” diyerek nerede ve ne şartlarda üretildiği belirsiz ürünlerde…
Sağlıksız şartlarda üretilmiş ürünlere talep gelmesinin bir nedeni de ekonomik elbette. Reklamlarda izlediği şekerlemenin olsun, şarküteri ürününün olsun yanına yaklaşamayan kesim, el mahkûm merdiven altı işletmeye mahkum.
Türkiye’de yaklaşık 450-500 bin gıda işletmesi var ve bunların denetimi Gıda Tarım Hayvancılık Bakanlığı’na ait. Ne yazık ki  bu 500 bin işletmeyi denetleyecek denetçi sayısı yetersiz. Bir de bu işletmelerin % 80’inde gıda mühendisi çalışmadığını düşünürsek gıda güvenliğinden söz etmek zor. Üstelik denetçilerin can güvenliğini sağlamak da ayrı iş…
Tam buğday ne kadar ‘tam buğday’?
Tarladan çıkan tahılın soframıza kadar gelen yolculuğunu anlatıyor Çağıl. Tahılın biçerdöverden üreticinin deposuna, oradan tüccarın, oradan da sanayicinin deposuna gidişini ve bu yolculuk esnasında tahılın büyük bir kirliliğe ulaşarak un fabrikasına gelişini ve fabrikada tahılın çok güçlü bir sistemle temizlenişini, ancak ondan sonra kepeğinden ayrıştırılarak un olma evrelerine geçişini dinliyoruz.
Bu arada; buğdayın anatomik olarak her şeyi ile öğütülmüş haline tam buğday unu deniyor. Fakat piyasada ne kadar “tam buğday unu” var derseniz, az. Onlar buğdayı önce kepeğinden ayırıp un haline getiriyor, sonra öğüttükleri kepeği ürettikleri unun içine karıştırıyorlar. Buna da tam buğday unu diyorlar.
Tam buğday ekmeği ile tam buğday unlu ekmek arasındaki farkı aşağıdaki görselde görebilirsiniz.
Gördüğünüz gibi her şeyi  oranlar belirliyor…
Piyasada görülen koyu renkli ekmekler de yanıltıcı oluyor. Her esmeri tam buğday sanmayınız.
Bu arada, % 100 tam buğday unu ekmek bulmanız mümkün değil. Buğday proteini olmadan ekmek olmaz. Plastik yapıyı veren, unu yoğrulabilir ve açılabilir kılan odur. Ancak o zaman börek açabilir, hamur tutabilirsiniz. Ambalajlamanın da şartları var ama yine de fırından aldığınız ekmek ambalaja giren ekmekten daha masum.
GDO açlığa çare değil
Soru-Cevap bölümüne gelindiğinde tohum konusu öne çıktı. Yaşamın özü de tohum değil midir zaten?
% 90 GDO’lu tohum ile üretim yapan ülkeler ile GDO’suz üretim yapan ülkemizi karşılaştırdığımızda, mısır hariç soya ve pamuktan, tümünden daha yüksek verim aldığımız görülüyor. “GDO verim arttırıyor ve açlığa çaredir” söylemi gerçek değildir. Dünya tamamen GDO’lu tohum üreten şirketlerin eline geçmek üzeredir.
Panelin bitiminde katılımcılara birer plaket takdim edildi.
Konuşmalar; devlet desteği, bakanlık uygulamaları, akademik odaların sesine gerektiği kadar kulak vermemek ve ülke politikaları üzerine karşılıklı eleştiri, bilgi ve fikir alışverişiyle son buldu.
Sonuç:
“Gıdasını ve tohumunu kendisi üreten, üretirken ve pazarlarken kurnazlık etmeyen, toprağına suyuna havasına sahip çıkan bir ülke olmamız gerek.”
****
Tohumdan bu kadar uzun uzun konuşunca, birkaç yıl evvel Nuh’un Gemisi misali kurulduğunu duyduğum tohum ambarını hatırladım. Sonra da sordum Google’a, neydi bu tohum ambarı?
Kıyamet Ambarı Projesi nedir?
2008 yılında Norveç’te kurulan ve kıyamet günü kasası diye de anılan Svalbard Küresel Tohum Deposu, eski bir kömür yatağının 120 metre kadar içine giren bir sığınak şeklinde inşa edilmiş. Tesis, 27 metre uzunluk, 10 metre genişlik ve 6 metre yüksekliğindeki üç ambardan oluşuyor.
Şu anki deniz seviyesinin 130 metre üzerinde bulunan depoların, iklim değişikliğine bağlı olarak su seviyesinin büyük ölçüde yükselmesi durumunda bile güvende olacağı hesaplanıyor. İnşasında kullanılan malzemelerin nükleer savaş ya da uçak çarpmasına karşı da dayanıklı olduğu belirtiliyor.
Özel soğutma sisteminin yer aldığı tesiste bilimsel tahminlere göre tohumların, çeşidine göre, 55 yıl (ay çiçeği tohumu) ila 10 bin yıl (bezelye tohumları) dayanabileceği öngörülüyor. Eskiyen tohumlar sürekli yenileriyle değiştiriliyor.
****
Görüldüğü üzere dünya kendisinden umudu kesmiş ve başka bir boyuta geçmiş bile…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.