Donmuş Zamanlar Şehri Paris

Gezmeyi ve yeni yerler keşfetmeyi o kadar sevip de şimdiye dek henüz yurt dışına çıkmamış olmam size pek inandırıcı gelmeyebilir.

Ama öyle.
Neden derseniz, size pek çok bahane sıralayabilirim.
Ancak bunun benim bile bilmediğim cevabı beni en iyi tanıyan en yakınımdaki kişilerden birinden, oğlumdan geldi:
“Anne sen isteseydin şimdiye kadar çıkardın” dedi bana geçtiğimiz günlerde.
Evet, doğruydu dediği.
Demek ki hiç istememiştim gitmeyi şimdiye kadar.
Ya da beklemiştim.
Ardımda bıraktığım her şey yerli yerinde durmalıydı ben giderken ve benim ilk yurt dışı seyahatim sihirli bir masal olmalıydı.

Şeytanın Bacakları Kırık Artık
Düzenlediği birbirinden cezbedici gezilerle bizleri her daim imrendiren Özge Ersu’nun, Mardin gezisini kastederek, “Bu kez de mi gelmiyorsun?” sorusuna, “Paris’e bile geliyorum” diyerek şeytanın iki bacağını birden kırdım.
Google Earth’den uçarak gezmek de güzeldi, Paris konulu filmler izlemek, kitaplar okumak da güzeldi ancak artık ayaklarım o ülkelerin caddelerinde yürümeli, ciğerlerim o ülkelerin havasını teneffüs etmeliydi.
Bu da Özge Ersu Gezileri ile gerçekleşmeliydi.
Karar bu karar diyerek çıktım yola. Bursa’dan geziye katılan arkadaşım ile İstanbul’a ulaştık önce. Ardından da (pek çoğu birbirini tanıyan, benim de birkaçını tanıdığım) farklı yaş gruplarından oluşan 22 kişilik bir grup olarak yaklaşık üç buçuk saatlik bir uçuş ile öğle saatlerinde Paris’e vardık.
Paris Charles de Gaulle Havaalanı’ndan ayrılıp otelimize doğru ilerlerken Özge Ersu Paris’in yerleşimiyle ilgili bir konferans verdi hemen.

Paris’in etrafını çepeçevre saran bir çevre yolu olduğunu ve bu çevre yolunun adının Boulevard Périphérique, (periferik) olduğunu söyledi. Paris’in arrondissementlerden oluştuğunu, toplamda 20 arrondissement olduğunu ve Paris’in Louvre Müzesi’nin olduğu 1. Arrondissement’dan başlayarak salyangoz biçiminde bölümlendirildiğini anlattı. İlk kez 1795 yılında uygulanan bu sistem 1’den 12’ye kadar sınıflandırılmış. Sonra arrondissement sayısı 20’ye ulaşmış.

Hemen otelimize geçtik, yerleştik ve biraz da dinlendik. Paris’e vakitlice ulaşmış olmanın avantajı ile akşam üzeri metro ile yola koyulduk. Pigalle’de metrodan inerek ve daha sonraki yolu bulvar boyu yürüyerek, oradan da füniküler ile Montmartre, Ressamlar Tepesi’ne çıkarak Sacre Coure Kilisesi’ne ulaştık.
Kilise, kubbe noktası yükseklik bakımından Eyfel Kulesi’nden sonra şehirdeki en yüksek ikinci yer imiş. Prusya savaşı sırasında ölenlerin anısına yapılmasına karar verilen Sacré Coeur Kilisesi’nin adı, “Kutsal Kalp” anlamına geliyormuş.

Kilise ziyaretinin ardından zamanında epey bohem bir hayatın yaşandığı Ressamlar Tepesi sokaklarında buluyoruz kendimizi. Yürüyüş sırasında rehberimiz Geçen Yüzyıl ve Güzel Zamanlar üzerine bir konferans veriyor. Yine kendisi tarafından akşam yemeği için seçilen restoranda biz yeni katılımcılara “Özge Ersu Gezileri” üyelik belgelerini takdim ediliyor. Yemek sonrası serbest zamanımız var ve sokağa çıkıyoruz.

Déjà Vu
Bir şey söyleyeyim mi; daha bir gece önce buralardaydım aslında ben. 1920’lerin bohem hayatının ta içindeydim. Ressamlar, eleştirmenler, müzisyenler, yazarlar, o dönemde yaşamış kim var kim yoksa hepsi ile tanışmıştım.
Ne diyorsun sen yahu diyeceksiniz.
Paris seyahatinin bir gün öncesinde söylediklerimin yaşandığı bir film izlemiştim de, onu diyorum. “Paris’te Gece Yarısı” filmi Paris’i, özellikle de Ressamlar Tepesi’ndeki bohem hayatı anlatıyordu ve filmde zaman içinde yolculuk eden bir yazarın hayatı ve geçmiş ile bugün arasındaki gidiş gelişleri resmediliyordu.

Paris’te dolu dolu bir dört gün geçirdikten sonra o filmi bir kez daha izlemek şart oldu şimdi.
****
İkinci gün aracımız ile panoramik bir geziye çıkıyoruz. Bugün günlerden pazar ve sabahın bu saatlerinde her yer bomboş. Bir yandan da etrafta koşu giysili insanlar var. Sonradan anlıyoruz ki bugün Paris’te koşulacak büyük bir maraton var.
Biz aracımız ile Charles De Gaulle Zafer Takı’nın önünden geçerek Trocadero Meydanı’na ve Eyfel Kulesi’ne ulaşıyoruz. Yolculuk sırasında Eyfel Kulesi hakkında hem sözlü olarak, hem de hap bilgi niyetine basılmış minik kâğıtçıklar ile bilgilendiriliyoruz.
“Demircilerin yüksekte çalışamadığını gören Gustave Eiffel, sirklerden topladığı akrobatlara iş öğreterek 2 sene 2 günde tüm yapıyı tamamlamış. İnşaat sırasında hiçbir resmi ölüm olmamış.”

1889 yılında Fransız Devrimi’nin yüzüncü yıl kutlamaları anısına ve Dünya Fuarı için Alexandre Gustave Eiffel tarafından (daha sonra sökülmek üzere) inşa edilen dev demirden kule, daha sonra Paris’in simgesi olmuş. Yapımının ardından yirmi yıl ömür biçilen kulenin, kullanım süresi dolduktan sonra sökülmesi planlandıysa da 1909’da kulenin çektiği ilgi nedeniyle bundan vazgeçilmiş. 300 işçinin bir araya getirdiği 18,038 parça demirden oluşturulan kule, Koechlin’in yaptığı dizaynla iki buçuk milyon perçinle birleştirilmiş. 24 metre yüksekliğindeki televizyon anteni ile birlikte kulenin yüksekliği 324 metreye ulaşmış (81 katlı bir bina kadar). Kulenin paslanmasını önlemek amacıyla kule her yedi yılda bir boyanıyormuş. 50-60 ton boyanın kullanıldığı işlem sırasında kulenin tek renk görülebilmesi için aşağıdan tepeye doğru koyulaşan üç ayrı tonda boya kullanılıyormuş. Kule, yapımına başlandığında Paris halkı tarafından göz zevkini bozduğu gerekçesiyle direnişle karşılaşmış. Her seferinde Eyfel Kulesinden nefret ettiğini söyleyen yazar Guy de Maupassant, neden öğle yemeklerini kuledeki restoranda yediği sorulduğunda “Çünkü burası Paris’te kulenin görünmediği tek yer” cevabını vermiş.
Fransa’nın en yüksek beşinci yapısı olan 7300 ton ağırlığındaki kule güneşle birlikte tepeden yaklaşık 18 santimetreye kadar genleşip, rüzgarlı havalarda ise 6-7 cm kadar yana yatmakta imiş. Birinci katı 57 metre, ikinci katı 115 metre ve en tepedeki katı ise 276 metre yüksekliğindeki Eyfel Kulesi dünyanın yılda en çok ziyaret edilen paralı anıtı olup, yılda yaklaşık altı milyon kişi tarafından ziyaret ediliyormuş.

Eyfel’den ayrıldıktan sonra ve öğle yemeğinden önce Palais Garnier / Opera Binası’nın olduğu meydandaki Cafe de la Paix’te bir mola verip kahve eşliğinde milföylerimizi tadıyor, Zeki Müren’i anıyor, diğer masalarda oturan birkaç parisienin zarafetine hayran kalıyoruz.
Bu minik tadımın ardından aracımızla Place Vendom’un önünden geçerken, daha sonra ziyaretine yürüyerek geleceğimizi belirterek Napolyon’u selamlıyoruz.

“Bana su verdi”
Öğlen yemeği seçimini balıktan yana yapmış rehberimiz. Yemeğin ardından yürüyerek Charles De Gaulle Zafer Takı’na ve oradan da Champs Élysées’e (Champs Élysées / Şanzelize) ulaşıyor, zamanımızı serbest olarak geçirmek üzere birbirimizden ayrılıyoruz.
Bu arada maraton bitmiş, Şanzelize koşucularla dolmuş. Onların arasından geçerek ve yürüyerek otelimize dönüyoruz.
Akşam yine metro ile Notre Dame Katedrali’ne gideceğiz. Paris’in ilk yerleşim yeri olan ve Seine Nehri ortasında yer alan Cité Adası’ndaki katedrali hani o meşhur Notre Dame’ın Kamburu filminden hatırlarsınız.

Meydandaki “Fransa’nın sıfır noktası olarak belirlenmiş olan Point Zéro’yu temsil eden yıldızın üzerine basarsanız Paris’e bir kez daha gelirsiniz” efsanesinin doğruluğunu denemek için yıldıza iki ayağımla basıyorum.
Paris’in içinden süzülerek geçerken Paris’i ikiye bölen Seine nehri ve nehrin üzerinde bulunan 37 köprüden biri olan Saint Michel Köprüsü’nden geçerek Saint Michel Meydanı’na ulaşıyoruz. 68 öğrenci protestolarının başladığı alanda barış içinde müzik yapıldığını görmek bize iyi geliyor.

Zamanımızı bu meydanda geçiyor, meydanda müzik yapan grubu izliyor, bir cafede oturup gelen geçeni izliyor, sonra yine metro ile otelimize dönüyoruz.

Üçüncü günümüz yine metro yolculuğu ile başlıyor. İstikamet Cumhurbaşkanlığı / Élysée Sarayı. Cadde başındaki güvenlik görevlisi grubun tümünün birlikte yürümesini istemiyor, ancak üçerli beşerli gruplar halinde bölünürsek izin veriyor.
Önce bölünüyor, sonra yine bir araya geliyoruz ve yolumuza Faubourg Saint-Honoré Caddesi’nde devam ediyoruz. Yürüyüş esnasında Fransız şansonları dinletiyor bize rehberimiz. Sağlı sollu şık mağazalarla dolu caddeyi geçip de bir köşeyi dönünce karşımıza Vendom Meydanı çıkıyor. Bir gün önce araçla geçerken el sallayıp selamladığımız meydan çepeçevre mağazalarla sarılmış. Adını Hôtel de Vendôme’den alan meydanda Ritz Oteli de görüyoruz. Lady Diana ve Dodi El Fayed hatırlatması yapalım Ritz Otel için.
Meydanın ortasında ise “Colonne Vendôme – Vendôme Sütunu” var. 44,3 metre yüksekliğinde bronz kaplamalı görkemli bir anıt var. Anıt İtalya’daki “Trajan Sütunu”ndan esinlenerek hazırlanıp, 1819’da Napoléon’un Austerlitz Savaşı’ndaki zaferi anısına dikilmiş. (Anıtın tam tepesinde Sezarımsı bir Napolyon var) Anıt İkinci Paris komünü döneminde yıkılmış, daha sonra yeniden dikilmiş.
Louvre Müzesi’nin duvarlarına paralel giden cadde ve sokaklarda gezerek, daha sonra Louvre Müzesi Meydanı’na giderek akşam saatlerine ulaşıyor ve otelimize dönüyoruz. Hava hafiften çisiyor. Zaman zaman yağış biraz daha artıyor.

Hava yağışlı olsa da bu akşam üzeri bizi bekleyen güzel bir gezinti var.
Seine nehri üzerinde tekne gezisi yapacak ve akşam yemeğimizi teknede yiyeceğiz. Oradan da Champs Élysées’de bulunan Lido’ya geçeceğiz.
Tekne gezisi yağmurda daha da güzelleşiyor. Biz nehir olup Paris’in içinden akar ve köprülerin altından geçiyor iken Paris’e dair pek çok görüntü de bize eşlik ediyor.
Ve biz burada kendimizi daha bir Parisien hissediyoruz. Hissetmekle kalmayıp Parisenliğimizi belgeliyoruz.

Tekne gezsi bitiminde yine Şanzelize’deyiz ve Lido’ya giriyoruz. Hareketli sahnelerle sergilenen ve teknolojiyle desteklenen gösteride Lido’yu daha önce izlemiş olanlar eski Lido’nun çok daha görkemli olduğunu dile getiriyorlar.
Dördüncü ve son günde sabah erkenden valizlerimizi toplayıp otel çıkışımızı yapıyor ve aracımız ile yeni Paris diyebileceğimiz Paris’in ticaret merkezi La Défense bölgesine geçiyoruz. La Défense adını, Prusya Savaşı sırasında Almanlara karşı Paris’in savunulması anısına 1883’te dikilen “La Défense / Savunma” heykelinden alıyor.
On iki caddenin birleşme yeri olan Zafer Takı’nın modern görünümlü olanı, Charles De Gaulle Zafer Takı’nın olduğu meydandan çıkarak La Défense’a kadar uzanan caddenin sonunda yer alıyor.
La Défense’ta her şey dikey ve düz. Paris’in bu bölümünün artık herhangi bir büyük şehir görünümünden farkı yok.
Paris’in yeni yüzü La Défense oluyor galiba…
Şimdi sırada Kanalizasyon Müzesi var. Kanalizasyonun müzesi de mi olurmuş demeyin, 1200’lü yıllarda kurulmuş bir kanalizasyon sisteminin müzesi de olur elbet.
Müzeyi gezerken dünyanın en romantik şehri Paris’e bir de aşağıdan baktık ve bu muhteşem sistemin içme suyu sağlama üzerine yarattığı döngüyü saygıyla selamladık.
Bizim daha çook yol almamız lazım çok diye düşündük bu sistemi görünce. Alt yapı olmadan üst yapıyı arttıra attıra geldiğimiz ve hatta bu dönüşüm tantanası sebebiyle daha da ilerleyeceğimiz nokta çok ürkütücü sonuçlarla bizi kapıda bekliyor.
“Şey”e batacağımız günler yakındır…
(Kendi kendime Paris’i memleketim ile mukayese etmeyeceğim sözü vermiştim ama burada kendimi tutamadım. Kusuruma bakmayın.)
****
Ünlüler Mezarlığı Pére Lachaise ziyareti ile Paris gezimiz sonlanıyor.
Burası da bir site girişi gibi. Ancak bu sitede “yaşayanlar”, yani site sakinleri maalesef ki ölüler…
Burada kimler yatmıyor ki. Honore de Balzac, Frederic Chopin, George Bizet, Auguste Blanqui, Maria Callas, Auguste Comte, Edith Piaf, Oscar Wilde, Apollinaire, Marcel Proust, Yves Montand, Georges Moustaki, Simone Signoret, Gilbert Bécaud, Alphonse Daudet La Fontaine, ve Jim Morrison, Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya site sakinlerinden sadece birkaçı.
Geniş sokakları, çok katlı mezarları ile epey ilginç bir kabristan burası. Dünyada yaşarken şu kadar metrekare evler ile yer tut, ölünce daha ufak olsa da yine birkaç metrekare mezarın ile yer tut.
Dünyadan gitmek istememek midir bu, isyan mıdır yaradana, direniş midir nedir? Oysa toprağa karışarak ve sonrasında bir çiçek olarak gelebilirsin dünyaya yeniden. Sistem içinde eriyip gidebilirsin. Çok da önemsememek lâzım yaşamayı da ölmeyi de…
Hayyam’dan bir rubai geldi dilime böylesi gösterişli bu kabristanda dolaşırken.
“Niceleri geldi, neler istediler;
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler;
Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler…”
Tüm bu heybetli anıtlar burada yatanların UNUTMAYIN BİZİ haykırışları belki de.
Şu anda bunu konuştuğumuza göre bu dileklerinde de başarılı olmuşlar. Ne diyelim…
****
Üç gece dört gün süren gezimizin sonuna geldiğimizde 4 değil 14 gündür buradaymışım gibi bir his ile doluydum. Paris sokaklarını arşınlıyor, sanki yıllardır burada yaşıyormuş gibi davranıyordum.
Metroyu kullanmayı kısmen de olsa öğrenmiştim. Şehir haritası zihnime ufak ufak yerleşmişti.
Yıllardır Google Earth üzerinden yaptığım gezilerin gerçeğini yaşamış, tüm öğrendiklerimden ve gördüklerimden haz almış, fakat neredeyse hiçbir şeye de şaşırmamıştım.
Bizim gezdiğimiz turistik yerlerde turistlerden başka pek kimse yoktu.
Turistlere hizmet edenler genelde Kuzey Afrika asıllılardı. Her dilden çat pat bir şeyler bildiklerinden Türkçe’den de birkaç kelime sarf ediyorlardı. Fransız (ya da Paris diyelim) nüfusunun büyük çoğunluğu Kuzey Afrika asıllılardan oluşuyor. Biraz tarih bilginiz varsa bunun nedenini hemen anlamışsınızdır.
Hediyelik eşyada rekor açık ara Eyfel ürünlerinde olmalı. Meydanlar Eyfel anahtarlığı satanlardan geçilmiyor mesela. Onlar pazarlığa da açıklar. Yeter ki al. Paris’te de zabıta gören satıcı tası tarağı toplayıp kaçıyor. Dükkan sahibi olan esnaf pazarlığa pek yanaşmıyor. O kadar çok turist var ki, nasılsa biri gelip onun dediği fiyattan alıyor.
Fransızlar İngilizce konuşmazlar deniyordu ama tüm iletişimimiz İngilizce oldu. Ya da biz İngilizce konuşmak istemeyen Fransızlar ile aynı ortamda bulunmadık.
Tabelalar ve bilgilendirme yazılarının neredeyse tamamı ise Fransızca idi.
Kimseden hiçbir şekilde rahatsız edici bir hareket görmedik.
Belki bazen biz yüksek sesli konuşmalarınız ile rahatsız dahi etmiş olabiliriz çevremizi. Bunu bakışlarıyla dahi ihsas etmediler.
Cafelerin caddede olan masalarında insanlar sinema salonundaki gibi yüzlerini caddeye döndürerek, sıra sıra dizilmiş halde oturuyorlar.
Paris betondan bir şehir gibi görünse de aslında yeşili bol bir şehir. Çok büyük parkları var.  Yine de insanlar bununla ikna olmayıp kendi ellerinin dokunabileceği yerlerde de ağaçlar büyütmüşler. Bina teraslarına da ağaçlar ekmişler.
Kaldırımların sokağa bakan yüksekliklerindeki kanallardan zaman zaman su verilerek kaldırım kenarlarında birikmiş pisliklerin kendiliğinden akıp gitmesi sağlanıyor.
Taşkın tehlikesi dolayısıyla Seine nehri kenarında restaurant ya da cafe yok.
Caddelerde Arnavut kaldırımı kullanılıyor. Yollara bu tarz taş döşemenin özelliği, taşın bir yüzeyinin 40 yıl dayanabiliyor olması. 40 yıl sonra taşların diğer yüzü çevriliyor. Küp şeklindeki taşların 6 yüzü olduğunu düşünürsek, minik bir hesapla yapılan yolların 240 yıl dayandığı sonucuna varabiliriz.
Bisiklet yolları var ve bisiklet yollarında bisikletliler var.
Bisikletliler ve yayalar her zaman öncelikli.
Almanya Fransa’yı işgal ettiğinde vatansever Fransızlar ülkelerini kanal ve tünellerden oluşan kanalizasyon sistemine inerek savundular.
Paris Belediye Başkanı geleceğin Cumhurbaşkanıdır. (Son dönemlerde bu kural bozulmuş görülüyor)
Cadde genişlikleri ile bina yüksekliklerinin belli bir oranı vardır.
Paris üç katlı bir şehir. Paris, kanalizasyon ve metro. Paris’in altında da bir Paris var.
Paris adını telaffuz ederken Paris’in sonundaki S’yi yutmalıyız.
Özge Ersu Gezileri’nde her zaman “zilin sesine” kulak vermeliyiz..
****
Benim sözüm bitmez.
Paris de anlatmakla bitmez.
Ne Paris, ne başka bir şehir, ne de Özge Ersu Gezileri yaşanmadan bilinmez.
O yüzden gitmek bana iyi geldi.
Ömrümde binlerce 3 gece ve 4 gün geçirmiştim.
Bir 4 gün ve 3 gece de Paris’te geçti.
Dünya yıkılmadı, hiçbir şey tepetaklak olmadı.
Demek insan arada gidebilmeli dedim kendime.
Zamanı geldiğinde şehirlerden gidebildiği gibi kişilerden de gidebilmeli.
Bazen dönmeli, bazen de hiç dönmemeli…
****
Not: Bu geziyi size anlatırken Özge Ersu’nun konferanslarından, konferanslar esnasında kaçırdığım konular için ise Ahmet Öre’nin pariste.net sitesinden epeyce faydalandım.
Kendilerine çok teşekkür ediyorum.

“Özge Ersu ile Paris Mon Amour” gezisinin fotoğraflarından oluşturduğum albümü görmek isterseniz tıklayınız:

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.