Diriliş’in sessiz devi DiCaprio

22 Ocak’ta gösterime giren The Revanant, Türkçe verilen adıyla Diriliş filmini ikinci gününde izledim hemen.
Filmin adına Diriliş denmesine bakıp da bizim televizyonlarda oynayan aynı isimli diziyle karıştırmayasınız kendisini. Alakası yok.
Aslında Türkçe’ye çevrilen ismiyle de pek alakası yok filmin.
Revanant’ı sözlük anlamıyla geri dönen kimse veya şey olarak çevirebiliriz.
Filmin içeriği de geri dönüşle alakalı zaten.
Diriliş deyince sanki ölmüş ve dirilerek geri gelmiş gibi bir anlam çıkıyorsa da işin aslı öyle değil.
Yeniden yaratılış desek, ı ıh, o da değil…
Film ismiyle pek oturmamış diyelim kısaca ve devam edelim.
2001 Ağustos’da Akiva Goldsman’ın filmin yapımı amacıyla Michael Punke’nin el yazması metnini almasıyla başlamış her şey. Filmin senaryosu Punke’nin 2002’de yayınlanan A Novel Of Revenge romanından uyarlanarak yönetmen Alejandro G. Iñárritu ve Mark L. Smith tarafından yazılmış. Filmde sınır sakini Hugh Glass’ın (1780–1833) hayatından esinlenilmiş.
Görüşülen iki yönetmenin projeyi bırakmasının ardından Iñárritu Ağustos 2011’de yönetmen olarak imzayı atmış. Ana çekimlere de Ekim 2014’de başlanmış ve Ağustos 2015’de sonra ermiş.
Çekimler (Kanada, ABD ve Arjantin dahil olmak üzere 3 farklı ülkede ve 12 ayrı yerde) Britanya Kolombiyası, Alberta, Victoria, Fortress Dağı, Calgary, Burnaby ve Güney Arjantin’de yapılmış.
Film doğal aydınlatma kullanılarak çekilmeye başlanmış. Stüdyo olarak Mammoth Studios kullanılmış.
Bu kadar teknik bilgi yeter değil mi?

Biraz da film hakkındaki izlenimlerimden söz edeyim.
Perdede yansıyan yeryüzü görüntüleri insanı, üzerinde yaşadığı dünyasının görmediği yüzüyle tanıştırıyor adeta.
“Bak işte sen bu kadar muhteşem bir dünyada yaşıyorsun ve bu dünyadan hiç haberin yok” diyor.
Devasa uzunlukta ağaçlar, karla kaplı uçsuz bucaksız boşluklar, bazen delice akan, bazen dinginleşen nehirler, derin uçurumlar, uçurumlardan aşağıya dökülen çavlanlar ve perdeden geçerek iliklerinize kadar işleyen bir soğukla karşılaşıyor insan filmde…
Dünya hep bildiğiniz dünya aslında, lakin yönetmenin gözü ile bakınca ortaya bambaşka bir dünya çıkıyor.
Bakmak ve görmek dedikleri tam da bu işte…

Filmin başrol oyuncusu Leonardo DiCaprio’nun Titanic’de izlediğiniz ‘babyface’ Jack halinden eser yok bu filmde. Yüzünde Jack’ten eser yoksa da filmin bir sahnesinde Jack’i gördüm ben. Bakalım siz de Jack’i yakalayacak mısınız…
Caprio film boyunca neredeyse hiç konuşmuyor. Henüz filmin başında bir boz ayının saldırısına uğrayan, her tarafı parçalanan ve boğazından yaralanan, bu yüzden de konuşamayan Caprio’nun filmde repliği yok denecek kadar az.
Tüm bedeni, mimikleri ve en çok da nefes alışlarıyla yaşatıyor bize yaşadıklarını.
Ki yaşadıkları az buz şeyler değil.
Bir sahnede bir yaban öküzünün karaciğerini çiğ çiğ yiyiyor dişleyerek. Caprio vejetaryen olmasına rağmen bu sahnede gerçekten yemiş o ciğeri.
Bir sahnede ölen atının içini boşaltarak derisinin içinde uyuyor. O sahne de gerçekmiş.
Leonardo’nun 9. defa bir biyografik karakteri canlandırdığı film olmuş bu film.

19. Yüzyıl, 1823 Amerikası, Kızılderililer, Fransızlar, hayatta kalma mücadelesi, iyilerin arasındaki bir kötü, kötülerin arasındaki bir iyi derken neredeyse iki yüz yıl öncesi ile iki yüz yıl sonrasını mukayese ediyor insan.
Kürk ticareti, atın önemi, toprak, savunma, kendine yer açma, vahşet ve acımasızlıklarla dolu her sahne.
Hani Caprio’nun anasından emdiği süt burnundan geliyor desek yeri.
Filmde aşk meşk yok. Bilinen anlamda kadın figürü hiç yok.

88’nci Oscar adayları arasında “The Revenant” filmi 12 dalda aday gösterilmiş.
Oscar’dan eli boş dönmeyeceğini düşündüğümü söylememe gerek yok herhalde…

Biraz da filmi izlediğim salondan bahsetmek isterim.
Bursa Korupark AVM Cinetech sinemalarında 5 numaralı salonda izledim ben filmi.
* Ufak bir ayrıntı ama; perdenin dokusundaki bir gölge bembeyaz kar görüntüleri üzerinde sinir bozucu bir görüntü yaratıyordu.
* Esas sorun salonun haddinden fazla soğuk olmasıydı. Nihayetinde orası bir AVM idi ve pek çok kişi paltosunu aracında bırakmıştı. Klimanın esen rüzgârından korunmak için kimileri boyunlarındaki fularlardan kendilerine şal yaptı, paltosu yanında olanlar da paltolarının altına saklandı. Filmin arasında dışarısının -3’lerde olduğu bir mevsimde havalandırmanın(!) bu kadar şiddetle çalıştırılmaması gerektiğini söyledim yetkililere. Tamam dediler her zamanki gibi, sonuç, serin üflemeye devam…
İkinci yarıda üşümekten filme olan dikkatim iyice dağıldı.
Sonunda bu uygulama ile ilgili şöyle bir karara vardım;
“Filmi daha derin hissedebilmemiz için ortamı bu kadar soğutmuşlar…”

Demem o ki;
Eğer filmi benim izlediğim salonlarda izleyecek olursanız yanınızda battaniye benzeri bir şeyler alın derim ben…
Şimdiden keyifli izlemeler…

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.