Çöküşün izleri

Adana’ya ilk gidişim 1978 Haziran ortalarında idi. Mersin
şubemizin teftişini yapıyoruz. Adana Şubemizin Müdürü, bize hoş geldin
ziyaretine gelirken trafik kazası geçirmiş ve ziyaret gerçekleşmemişti. Daha
sonra biz onu ziyarete gittik. Sıcak bir yaz günü. Her yer fırın gibi yanıyor.
Biraz sohbetten sonra, barajın üst taraflarına doğru çıktık. Hasadı yapılmış
bir buğday tarlasındaki meşe ağacının gölgesine oturduk. Mangalımızı yaktık,
şehirden getirdiğimiz nevalemizi portatif masamıza yaydık ve yemeğimizi yiyoruz.
Barajın etkisi ve günün eğilmesi ile sıcaklık, yerini serinliğe bırakıyordu
yavaştan.

İkinci gidişim ise 1985 yılı
Ağustos başlarında idi. Kısa bir soruşturma için. Uzun uzadıya kalmadım.
İmkânımız ölçüsünde şehri yine dolaştık. 1978’deki Adana ile 1985’teki Adana
arasında pek fazla bir fark göremedim. Merhum Turgut Özal’ın iktidara gelişinin
ilk yılları; henüz imar durumlarında değişiklik yapılmamış. Şehir imar
planları, Bayındırlık Bakanlığı’nca yapılıyor.

Üçüncü gidişim ise 1997 yılı
Ağustos sonlarında. Bu defa bir ay kadar kaldım. Gündüz hummalı bir şekilde
çalışıyoruz, akşamları ise şehrin çeşitli semtlerindeki lokantalarında; daha
çok da baraj kıyısındaki lokantada yemek yiyor ve günün yorgunluğunu atmak için
biraz da demleniyoruz. Hava, barajın etkisi ile serin, insanı rahatsız etmiyor.
Gündüzün konuştuğumuz yaşlı bir Adanalı dostumuz söylemiş idi. Baraj yapılmadan
önce; yazın öğle sıcağında ürküpte havalanan bir kuşun yere sağ inmesi mümkün
değilmiş. Baraj, Adana’nın iklimini büyük ölçüde değiştirmiş.

Yine bir akşam gittiğimiz lokantaya
giriyoruz. Kapı girişinde ağaca, çelimsiz bir kuzu bağlanmış. Mekân sahibine
“Ne o eti direkt olarak temin etmeye mi başladın” diye takıldım. Mekân sahibi
de “Yok Beyim, açılış yapmamış idik, bu akşam açılış yapacağız. Kuzuyu da
kurban olarak keseceğiz” dedi.

Çok geçmeden lüks bir resmi plakalı
otomobil, bahçenin önünde durdu. İçinden iri kıyım bakımlı bir adam ve yanında
da minyon tipli, hafif saçı dökülmüş, güleç yüzlü bir kişi daha indi. Hemen
mekân sahibi ve garsonlar koşuştu, misafirlere hoş geliş ettiler. Bu arada
kapıya kırmızı beyaz kurdele gerildi, kuzu yatırılıp, ayakları bağlandı. Açılış
için tüm seremoni hazır. Resmi otomobilden inen iri kıyım olan kişi “Vali
Muavini” minyon tipli olan ise “Belediye Başkanı Aytaç Durak” imiş.

Vali Muavini kısa bir konuşmadan
sonra, elindeki makas ile kurdeleyi kesti, sıra kuzuya gelince; Vali Muavini
müdahale etti “İçkili bir lokanta açılıyor, kurbana gerek yok, azat edin
kuzuyu” dedi ve kuzu da kurtuldu. Fakat yurdun çeşitli bölgelerinde bu tür
yerlerin açılışında kurban kesildiğine ve dualar okunduğuna tanık olmuş
idim.Yanlış olduğunu  az çok biliyordum
da, o akşam kanaatim kesinleşti.

Bu lokanta ve üst tarafları 1978 yılında mangal yaktığımız
buğday tarlaları idi. Aytaç Durak’ın Belediye Başkanlığı dönemlerinde lüks
apartmanların inşa edildiği lüks semtler haline gelmiş. Geniş bulvarlar
açılmış. Aklımda kaldığı kadarı ile “Adnan Menderes Bulvarı” “Süleyman Demirel
Bulvarı”, “Alparslan Türkeş Bulvarı” ve “Turgut Özal Bulvarı” gibi.

Şehir, Havurt Karataş yoluna,
Mersin Yoluna veya Gaziantep yoluna doğru büyümemiş. Seyhan Barajının batısına
doğru büyümüş. Doğusunda ise Çukurova Üniversitesinin yerleşkesi bulunmaktadır.
Tesadüf bu ya, Aytaç Durak ve eşinin 1.800.000 metrekarelik tarlaları da arsa
olmuş ve Aytaç Durak’ın servetinde hızlı bir artış görülmüş. Aytaç Durak
servetinin, Belediye Başkanı olmasa idi daha çok artabileceğini iddia
etmektedir. Bana pek inandırıcı gelmedi ya size?

Aytaç Durak gibi, bu ülkede
binlerce arsa zengini insan mevcuttur. Ama bunlar dikkat çekmemekte. Çünkü,
Aytaç Durak gibi beş devredir, büyüyen bir büyük ilin BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE
BAŞKANI değillerdir. Bazıları sısa süreli belediye başkanlığı veya encümen
üyeliği veya belediye meclis üyeliği yapmışlar ve işlerini yoluna koyduktan
sonra kıyıya çekilmeyi bilmişlerdir.

1984 öncesi partiler, belediye
başkan adayı ve belediye meclisi üyesi adayı bulmakta zorlanıyorlar idi. 1984
sonrası, şehir imar planlarının ve tadilatının yapılması, bakanlıktan alınıp,
belediyelere verilmesi ile, bir yarış başladı. Adam üst düzey bürokratlığı,
milletvekilliğini ve parti grup başkanvekilliğini ve hatta bakanlık koltuğunu
bırakıyor, son gaz bir ilçenin veya ilin belediye başkan adaylığına koşuyor. Bu
koşturmanın bir hikmeti olmalı diye düşünüyorum.

Belediye başkanlığı koltuğunun
değeri arttı, ama ekibini iyi kurabilirsen ne ala! Kuramaz isen biraz zahmetli
bir iş. Mahkeme kapılarına git gel. Rant ve çıkar peşinde koşmayı kendilerine
hedef seçenler, paylaşımcılığa önem vermesi gerekiyor. Öyle malı tek başına
götürmeye kalktı mı, başı kapılara sıkışır. Hele hele “Şüyu, vukuundan
beterdir” darbımeselinin hâkim olduğu bir ülkede, pakla kendini,
paklayabilirsen.

Bazen tersi de olmaz değil. Kişi
çok erdemli, faziletli olabilir. Ama ekibindeki bazı kötü niyetli kişilerin
hedefi olabilir. Olmayacak ithamlara maruz kalabilir. En kötüsü de, bilgi ve
tecrübesi yetersiz olan birinin, art niyetli kişilerce kullanılmak için
piyasaya sürülerek kullanılmasıdır. Başkalarının dümen suyuna girmeleri
sonucunda lekelenirler.

Siz siz olun, bilgi ve tecrübeniz
yetersiz ise, yanınıza kötü niyetli kişileri katmak istiyorlarsa veya
içinizdeki kötü niyetleri frenleyemiyorsanız, hiç göreve talip olmayınız.
Yaptığınız yolsuzluklar kanuna uygun değildir, hapsi boylarsınız. Veya kanuna
uydurulmuş olmakla beraber, ahlaka uygun değildir, görev süreniz sona erdiğinde
evinizden çıkıp, halkın arasına giremezsiniz.

Aytaç Durak’ın, Uğur Dündar ile yaptığı söyleşideki duruşu
beni çok etkiledi. Temennim odur ki, işin içinden fazla yara almadan çıkar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.