Bursa’dan bir Ediz Hun geçti…

Siyasi Dürüstlük Hareketi (SDH) ile TMMOB Peyzaj Mimarları Odası Bursa İl Temsilciliği tarafından düzenlenen İnsan ve Doğa konulu konferansının konuğu Sinema Sanatçısı, Çevre Bilimcisi ve Deniz Biyoloğu olan Ediz Hun idi.
SDH Başkanı Prof.Dr. Hasan Ertürk ile Peyzaj Mimarları Odası Bursa İl Temsilcilisi Necla Yörüklü’nün ortak çabaları ile düzenlenen ve BAOB Toplantı Salonu’nda gerçekleşen bu konferansta Ediz Hun, “Toplumsal Kalkınma Açısından Doğa ve İnsan İlişkileri”konusunu işledi.
1960′ların Türk filmlerinin efsane jönlerinden Ediz Hun hep bildiğimiz, zarif, naif ve yakışıklı hali ile karşımızdaydı.
Hun; 1963′te Ses dergisinin yarışmasını kazanarak sinemaya atılmıştı. Oysa o zamanlar Almanya’da diş doktorluğu tahsilini yapıyordu. Onu yarıda bırakmıştı.
1971′de Almanya’dan aldığı 2 iguananın çift olduğunu görmüş, onları dünyada ilk kez tabii ortamının dışında üretmiş, Oslo Üniversitesi’ne müracaat etmiş, kabul edilmiş, orada 7 sene kalmış, Marine Biyoloji ve Çevre Bilimleri tahsil etmişti.
1981 yılında, 40 yaşında iken, mezun olarak Türkiye’ye dönmüştü.
Kısacası 60’lı yıllarda sahip olduğu üne sırtını dayamamış, gidip eğitim almış ve bir bilim adamı olmuştu.
Yurda dönüşünün ardından da Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Turizm, Mahalli İdareler ve Avrupa Topluluğu Bölümleri Öğretim Görevlisi olarak öğretmenlik yapmış, bu görevini 1999’da ANAP milletvekili seçilinceye kadar sürdürmüştü.
Ediz Hun 1991-93 yıllara arasında Çevre Bakanlığı Bakanlık Baş Danışmanı ve İstanbul Çevre İl Müdürlüğü görevini üstlenmişti. 1996’da Çevre Bakanlığı’ndaki görevinden istifa etmiş ve ‘Doğal Dengenin Korunması’ konularında yurtiçi ve dışında sayısız konferanslar vermişti…
İşte biz de o konferanslardan birindeydik şimdi.
Hun’u izlerken gözümde annemin gençliği, benim çocukluğum, sinema günleri, karanlık salonların büyülü dünyası, simit-gazoz, beyaz perdede kavuşamayan ya da birbirine doğru koşarak yanak yanağa kavuşan aşıklar, daha neler neler… Adeta bir zaman tüneli…
O günlerden geçerek doğa aşığı, insan aşığı, toprak aşığı bir bilim adamı olması şaşırtmamıştı beni.
Kendisi gibi toprağa aşık olan Aşık Veysel’e aşıktı Ediz Hun. “Benim sadık yarim kara topraktır” dizelerini dillendirmeden geçmedi. “Ben şehir insanı değilim. Toprak insanıyım. Toprakla uğraşmayı çok seviyorum. Doğada her canlının bir hikmeti ve fonksiyonu var. Bunun için doğayı her anlamı ile korumak çok önemlidir. Doğada üç önemli kavram vardır. Demokrasi kavramı, hak ve hukuk kavramı ile çevre koruma kavramı. Bunlar büyük önem taşıyor” derken, yazları tebdil-i mekân eyledikleri Büyükada’daki aileden kalma evleri olmasa şehirde yaşamaya katlanamayacağını, soluğu bir Ege kasabasında alacağını söyledi.
“Çevre koruma lüks değil gereklilik” derken bunun içselleştirilmesini ve bireyden ülkeye ve hatta dünyaya bir yaşam biçimi halini almasını diledi.
Hun konuşmasında toprağın kazılıp betonla doldurulmasından, üzerine de 2 metrelik dolgu toprakla yeşillendirme yapılmasının yapaylığından tahsilin yetersizliğine gelip dayandı söz.
İnşaatları da peyzajı da yapan hep okumuş insanlar değil miydi?
E hani doğa, hani toprak, hani su, hani hava neredeydi?
“Tahsil yeterli değil. Bilimsel çalışmalar bekliyorum. Dünyayı diplomalar kurtaramıyor, sevgi ve şefkat önemli.” derken dediği işte tam da buydu.
Bilimsel çalışmalar ile neyin nereye ve nasıl yapılacağını ya da yapılmayacağını tesbit etmekteydi marifet…
“O beğenmediğiniz sinekler olmasa sebze meyve yiyemeyiz” derken “Deep Ekoloji”ye dikkat çekiyordu…
Yaşamdaki her canlı başka canlının yaşama hakkına saygı göstermeliydi. Hepsi birbirinin var oluş sebebiydi…
Kendisinin bir kaktüs tutkunu olduğunu hatırlıyorum arada ettiği kaktüs sözlerinden. İnternette yaptığım kısa bir araştırmada Büyükada’daki evinde (sohbetin yapıldığı tarihte) üç bin beş yüzü aşan kaktüs çeşitliğine sahip olduğunu öğreniyorum.
“Küresel ısınma demeyelim, küresel iklim değişikliği diyelim” diyerek bir insandan günde 5 litre atık çıktığına, 15-20 milyonluk İstanbul’da bunun da neredeyse günde 100 milyon atık ettiğine, toprağın ve suyun bunu öğütmekte zorlandığına, insan eliyle talan edilen doğanın isyan noktasına geldiğine, bunun da dengeleri bozduğuna dikkat çekti.
İnsan fani, insanlık baki dediğinde “Dünyanın sahibi değil, emanetçisiyiz” yazım düştü aklıma. Benim bu yazımda anlattığım ne varsa hepsini bir bir anlatıyordu Ediz Hun…
(Okumak için tıklayın:)
Rakamları konuşturup, “7.3 milyar insanla dünyayı paylaşıyoruz. Saniyede 4 bebek oluyor, bir günde 345 bin eder. Doğanların 75-80 bini ölür. İnsanlar artık daha uzun yaşıyor ve daha geç ölüyor, bu da nüfusun gün geçtikçe artmasına, solunacak havadan, ekilecek toprağa kadar her şeyin azalmasına sebep oluyor” diyor.
Ediz Hun’un dillendirdiği Platon’un, “Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır.” sözü günümüzle ne kadar da örtüşüyor.
Konferansının temasını sevgiye dayandıran Ediz Hun’a katılmamak mümkün mü?
Her şeyin başı sevgi değil mi?
Sevgisiz yapılan her şeyin dünya yüzünde ne kadar eğreti durup, ne kadar kolay yıkıldığını görmemek elde mi?
Bunun için de tüm kurumların çevre bilincine sahip olup ona göre davranması gerekiyor. Devlet politikalarında bu bilincin yerleşmiş olması gerekiyor. “Benden sonra tufan” anlayışının artık çöpe atılması gerekiyor.
Konferanstan canlı bir kesit izlemek için tıklayınız:
****
Etkinliğin sonunda klasikleşen fotoğraf çekimimiz yaparken kulağına bu konuda aynı yerde durduğumuzu, çevre ve doğayla ilgili çok yazılar yazdığımı fısıldıyorum. Memnun oluyor.
Konferans izleyicileri olarak kendisine doyamıyoruz, bırakmak istemiyoruz ama sonunda vedalaşıyoruz.
Annemin gözleri ve kendi zihnimle izlediğim bu konferansı dilim döndüğünce böyle anlatıyorum ben de…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.