Annesinin Kuzusu

12 Mayıs 1974 tarihinde yazdığım Anneler Günü yazımı elifine dokunmadan paylaşmak istedim bugün. 11 yaşında bir çocuğun içinden geçenler bütün hatalarıyla eski defterlerden çıkarak buraya geldi.
Yazımı okurken anneme olan bağlılığım,  gelecekle ilgili anneme verdiğim vaatler, boyumdan büyük ettiğim kelimeler ve her kelimemde doğrudan Ona seslenmiş olmam beni o günlere aldı götürdü. Yazarken zaman zaman hislerim kabarmış, cümleleri birbirine karıştırmışım.  On bir yaşında bir çocuğun içinden geldiğince yazdığı bu yazı; üzerinden geçen yıllarla ve artık dünyada olmayan o ‘anne’yle şimdi artık çok daha kıymetli.
İşte o yazı:
“Anne!… Ne güzel bir söz. Ben yeni bir tomurcuk idim. Sen ise büyümüş, kuvvetlenmiş, her fedakârlığa katlanan bir çiçeksin. Gece gündüz uyumadın, beni büyütmek için senelerce uğraştın, anne!.. Bu borçları sana nasıl ödesem acaba? Bir çiçek nasıl vazoda açmış ise, sen de evimizde açan bir çiçeksin. Biz de senden oluşan meyveler. En tatlı günlerim, en acı günlerim senin yanında geçti. Hastalanınca bana sen baktın. Nasıl ki bir çiçek soluyorsa, ona bakan toprak, yağmur ve güneş gibi. Yüzün her zaman gülüyor, al bayrağım gibi. Benim toprağım, ana vatanımdır. Sen de benim öz annemsin. Bana anne şefkatini sen öğretin. Senin güler yüzünden, tatlı dilinden öğrendim ben anne şefkatini, anne sevgisini. Gözlerinin içi her zaman gülüyor.Hiç bir zaman hüzünlü değilsin. Ama gül. Sen gülden de kıymetlisin. Çünkü gül soluyor. Sonbahar ve kışta açmıyor. Fakat sen!.. Sen her zaman açan bir çiçeksin. Sana eş kim var acaba? Sen bütün insanların, insancıl duyguların bir sembolüsün. Anne! siz dünyada eşsiz bir sembolsünüz. Sen çiçeklerin sembolü, en güzeli olan gülden kıymetlisin. Onun dış görünüşü iyi fakat yanına yaklaşınca fena. Hemen dikenini batırıyor. Fakat sen, senin dış görünüşün de iç görünüşün de güzel. Sana sarılınca bize bağırmıyor, bizi dövmüyorsun. Aksine, bize şefkatle sarılıyorsun. Bizi her zaman korumaya, kanatlarının altına almaya çalışıyorsun. Seni seviyorum, seni övüyorum anne. Gözlerin her zaman yanan bir ışık gibi parlıyor. Ama!… Hayır. Işık az sonra söner. Ama sen sönmezsin. Güneş gibi her zaman ışıldarsın. Anne! Allah senin kalbini temizleyip göndermiş. Sanki gökten inen bir meleksin. Seni üzmemek için elimden geleni yapacağım. Senin bana yaptığın gibi. Sen bana küçükken baktın, ben sana ihtiyarlayınca bakacak, senden usanmayacağım.”
İşte böyle anlatmışım… 🙂
Anneli bir çocuk olmanın huzuru ve güveniyle yaşadığım günlerdi o günler. Okuldan eve dönünce annemin ‘her zaman’ evde olduğu, kapının üzerindeki ipi çekerek eve girdiğim, hiç zil çalmadığım, anahtar taşımadığım, üst kattan yayılan yemek kokularını koklayarak üçer beşer koşarak çıktığım merdivenlerde, annemin bugün hangi yemeği pişirdiğini tahmin etmeye çalıştığım ve en önemlisi de; annemin beni her zaman güleryüzle karşıladığı ve her zaman sabırla dinlediği günler.
Benim annem vardı. Annem beni severdi. Annem her şeyi bilirdi. O bir ‘ANNE’ydi ve bütün anneler gibi çocuklarını yetiştirmekten başka bir fikri yoktu. Başka bir dünyası yoktu. Ben onun bu dünyaya ‘anne’ olarak geldiğini düşünürdüm. Bence O hiç çocuk olmamıştı, hiç genç olmamıştı. Ben onu kendime hazır bir anne olarak bulmuştum ya, sanki öncesi yoktu.
Daha sonra kendim anne olduğumda bu kez roller yer değiştirdi. Annemin çocuğuydum ama bir yandan da çocuğumun annesiydim. O zaman taşlar yavaş yavaş yerine oturmaya başladı. Bir evlada sahip olmanın hazzını ve hassaslığını anladım. Keyfi bir yanda, endişeleri bir yanda karmakarışık hisler taşıdım.
Anne olduktan sonra ölmekten dahi korkar oluyor insan. Kendisinin varlığına muhtaç o biçare çocukları bırakıp gitmekten  korkuyor.
Biraz büyüyüp kendilerine yetmeyi öğrensinler hiç olmazsa diyor. Ondan sonra olsun her ne olacaksa…
Evladını kaybetmiş insanların yerine kendisini koyup, bu acıya nasıl dayandıklarını düşünüyor. İnsan; annesini toprağa verirken gösterdiği tevekkülü çocuğunun kaybında gösteremez diye düşünüyor. Hazır bulunan anne ve ilmek ilmek dokunan bir evlat… İkisi de çok kıymetli. İkisine de değer biçilemez. Fakat hayat ileriye doğru yaşandığından olsa gerek evlat her zaman her şeyin önünde…
Hiç çocuk sahibi olmayanlar da var bu dünyada. Biyolojik problemleri yüzünden belki, belki de çocuk sahibi olmak istememelerinden dolayı. Kendini anneliğe hazır bulmayanlar da var, çocuk sevmeyenler de. Bir yanda da anne olabilmek için bitmez tükenmez eziyetli yollardan geçenler. Bu yollardan geçenler çok zaman arzuladıkları çocuğa kavuşuyorlar, bazense çabaları sonuç vermiyor.
Anne olamayanlar olduğu kadar bir de annesi olmayanlar var. Belki anneleri doğumda ölenler, belki de daha doğarken terk edilenler.
Yetiştirme yurtlarında anne sevgisinden bihaber büyüyenler. Bir anne göğsünde uyumamış olmanın verdiği huzursuzluğu ömrünce içinde taşıyanlar.
Annesinin ettiği her kelâma kızdığı o gençlik günleri geçtikten sonra, söylenen her sözle hayat içerisinde  karşılaştığında annesinin ne kadar haklı olduğunu fark edenler.
“Analık fenalık” derler ya hani; insan bir dönem çocukları için ‘fena’ da olabiliyor.
Annelerinin söylediklerine kulak asmayan, aldırmayan ve her dediğini yanlış bulan her ne kadar kız çocuğu varsa büyüyüp anne olduklarında annelerinden gördüklerinin aynılarını yapmaya başlıyorlar. Zaman zaman kurdukları cümlelerde, zaman zaman bazı tavırlarında  kendilerindeki annelerini görüp kendilerine şaşırıyorlar. Hani onlar hiç böyle davranmayacaktı!! Hayat ilahî bir döngü sanki.
Annelik de yaşanarak öğrenilen bir şey.
O yüzden anne olmak için  bir insanı sadece doğurmuş olmak kâfi gelmiyor. Emekle, sabırla, zamanla, yaşananlarla ve paylaşılanlarla anne olunuyor. Doğurduğu halde evladına sahip çıkmayanlar ve doğurmadığı çocuğa dolu dolu annelik edenler. Her ne kadar doğurana anne denilse de, esas anne o çocuğu büyüten değil midir?
Savaşlarda bağrı yanan hep anne değil midir? ‘Düşman’ denilip öldürülen her delikanlı annesinin gözünün nuru değil midir? Ha o taraftan, ha bu taraftan, çocuğunun paramparça halini görmüş bir anneye savaşın haklılığı anlatılabilir mi? Ölümün üzerine ne kadar mertebe eklenirse eklensin, ne kadar teselli sözü söylenirse söylensin, o evladı geri getirilebilir mi? Getirilemedikten sonra o anne için hangi sözün ne kadar anlamı var?
Bu anneler günününde çocuk olup da anneleri yanlarında olanlar, anne olup da çocukları yanlarında olanlar bir kez daha bu güzelliğin tadını çıkartsınlar. ‘Saçma bir gün, ne gerek var’ demesinler. Elbette ki anne sevgisi bir güne sıkıştırılamaz. Belki de bu sadece bir farkındalık günü.
Anneyi fark etme günü.
Anneliği fark etme günü.
Nefes almaksızın yaşadığımız şu hayatta durup da bir nefes alma, bir nefes verme günü…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.