Donmuş Zamanlar Şehri Paris
Gezmeyi ve yeni yerler keşfetmeyi o kadar sevip de şimdiye dek henüz yurt dışına çıkmamış olmam size pek inandırıcı gelmeyebilir.
Paris’in etrafını çepeçevre saran bir çevre yolu olduğunu ve bu çevre yolunun adının Boulevard Périphérique, (periferik) olduğunu söyledi. Paris’in arrondissementlerden oluştuğunu, toplamda 20 arrondissement olduğunu ve Paris’in Louvre Müzesi’nin olduğu 1. Arrondissement’dan başlayarak salyangoz biçiminde bölümlendirildiğini anlattı. İlk kez 1795 yılında uygulanan bu sistem 1’den 12’ye kadar sınıflandırılmış. Sonra arrondissement sayısı 20’ye ulaşmış.
Hemen otelimize geçtik, yerleştik ve biraz da dinlendik. Paris’e vakitlice ulaşmış olmanın avantajı ile akşam üzeri metro ile yola koyulduk. Pigalle’de metrodan inerek ve daha sonraki yolu bulvar boyu yürüyerek, oradan da füniküler ile Montmartre, Ressamlar Tepesi’ne çıkarak Sacre Coure Kilisesi’ne ulaştık.
Kilise, kubbe noktası yükseklik bakımından Eyfel Kulesi’nden sonra şehirdeki en yüksek ikinci yer imiş. Prusya savaşı sırasında ölenlerin anısına yapılmasına karar verilen Sacré Coeur Kilisesi’nin adı, “Kutsal Kalp” anlamına geliyormuş.
Kilise ziyaretinin ardından zamanında epey bohem bir hayatın yaşandığı Ressamlar Tepesi sokaklarında buluyoruz kendimizi. Yürüyüş sırasında rehberimiz Geçen Yüzyıl ve Güzel Zamanlar üzerine bir konferans veriyor. Yine kendisi tarafından akşam yemeği için seçilen restoranda biz yeni katılımcılara “Özge Ersu Gezileri” üyelik belgelerini takdim ediliyor. Yemek sonrası serbest zamanımız var ve sokağa çıkıyoruz.
Déjà Vu
Bir şey söyleyeyim mi; daha bir gece önce buralardaydım aslında ben. 1920’lerin bohem hayatının ta içindeydim. Ressamlar, eleştirmenler, müzisyenler, yazarlar, o dönemde yaşamış kim var kim yoksa hepsi ile tanışmıştım.
Ne diyorsun sen yahu diyeceksiniz.
Paris seyahatinin bir gün öncesinde söylediklerimin yaşandığı bir film izlemiştim de, onu diyorum. “Paris’te Gece Yarısı” filmi Paris’i, özellikle de Ressamlar Tepesi’ndeki bohem hayatı anlatıyordu ve filmde zaman içinde yolculuk eden bir yazarın hayatı ve geçmiş ile bugün arasındaki gidiş gelişleri resmediliyordu.
Paris’te dolu dolu bir dört gün geçirdikten sonra o filmi bir kez daha izlemek şart oldu şimdi.
****
İkinci gün aracımız ile panoramik bir geziye çıkıyoruz. Bugün günlerden pazar ve sabahın bu saatlerinde her yer bomboş. Bir yandan da etrafta koşu giysili insanlar var. Sonradan anlıyoruz ki bugün Paris’te koşulacak büyük bir maraton var.
Biz aracımız ile Charles De Gaulle Zafer Takı’nın önünden geçerek Trocadero Meydanı’na ve Eyfel Kulesi’ne ulaşıyoruz. Yolculuk sırasında Eyfel Kulesi hakkında hem sözlü olarak, hem de hap bilgi niyetine basılmış minik kâğıtçıklar ile bilgilendiriliyoruz.
“Demircilerin yüksekte çalışamadığını gören Gustave Eiffel, sirklerden topladığı akrobatlara iş öğreterek 2 sene 2 günde tüm yapıyı tamamlamış. İnşaat sırasında hiçbir resmi ölüm olmamış.”
1889 yılında Fransız Devrimi’nin yüzüncü yıl kutlamaları anısına ve Dünya Fuarı için Alexandre Gustave Eiffel tarafından (daha sonra sökülmek üzere) inşa edilen dev demirden kule, daha sonra Paris’in simgesi olmuş. Yapımının ardından yirmi yıl ömür biçilen kulenin, kullanım süresi dolduktan sonra sökülmesi planlandıysa da 1909’da kulenin çektiği ilgi nedeniyle bundan vazgeçilmiş. 300 işçinin bir araya getirdiği 18,038 parça demirden oluşturulan kule, Koechlin’in yaptığı dizaynla iki buçuk milyon perçinle birleştirilmiş. 24 metre yüksekliğindeki televizyon anteni ile birlikte kulenin yüksekliği 324 metreye ulaşmış (81 katlı bir bina kadar). Kulenin paslanmasını önlemek amacıyla kule her yedi yılda bir boyanıyormuş. 50-60 ton boyanın kullanıldığı işlem sırasında kulenin tek renk görülebilmesi için aşağıdan tepeye doğru koyulaşan üç ayrı tonda boya kullanılıyormuş. Kule, yapımına başlandığında Paris halkı tarafından göz zevkini bozduğu gerekçesiyle direnişle karşılaşmış. Her seferinde Eyfel Kulesinden nefret ettiğini söyleyen yazar Guy de Maupassant, neden öğle yemeklerini kuledeki restoranda yediği sorulduğunda “Çünkü burası Paris’te kulenin görünmediği tek yer” cevabını vermiş.
Fransa’nın en yüksek beşinci yapısı olan 7300 ton ağırlığındaki kule güneşle birlikte tepeden yaklaşık 18 santimetreye kadar genleşip, rüzgarlı havalarda ise 6-7 cm kadar yana yatmakta imiş. Birinci katı 57 metre, ikinci katı 115 metre ve en tepedeki katı ise 276 metre yüksekliğindeki Eyfel Kulesi dünyanın yılda en çok ziyaret edilen paralı anıtı olup, yılda yaklaşık altı milyon kişi tarafından ziyaret ediliyormuş.
Eyfel’den ayrıldıktan sonra ve öğle yemeğinden önce Palais Garnier / Opera Binası’nın olduğu meydandaki Cafe de la Paix’te bir mola verip kahve eşliğinde milföylerimizi tadıyor, Zeki Müren’i anıyor, diğer masalarda oturan birkaç parisienin zarafetine hayran kalıyoruz.
Bu minik tadımın ardından aracımızla Place Vendom’un önünden geçerken, daha sonra ziyaretine yürüyerek geleceğimizi belirterek Napolyon’u selamlıyoruz.
“Bana su verdi”
Öğlen yemeği seçimini balıktan yana yapmış rehberimiz. Yemeğin ardından yürüyerek Charles De Gaulle Zafer Takı’na ve oradan da Champs Élysées’e (Champs Élysées / Şanzelize) ulaşıyor, zamanımızı serbest olarak geçirmek üzere birbirimizden ayrılıyoruz.
Bu arada maraton bitmiş, Şanzelize koşucularla dolmuş. Onların arasından geçerek ve yürüyerek otelimize dönüyoruz.
Akşam yine metro ile Notre Dame Katedrali’ne gideceğiz. Paris’in ilk yerleşim yeri olan ve Seine Nehri ortasında yer alan Cité Adası’ndaki katedrali hani o meşhur Notre Dame’ın Kamburu filminden hatırlarsınız.
Meydandaki “Fransa’nın sıfır noktası olarak belirlenmiş olan Point Zéro’yu temsil eden yıldızın üzerine basarsanız Paris’e bir kez daha gelirsiniz” efsanesinin doğruluğunu denemek için yıldıza iki ayağımla basıyorum.
Paris’in içinden süzülerek geçerken Paris’i ikiye bölen Seine nehri ve nehrin üzerinde bulunan 37 köprüden biri olan Saint Michel Köprüsü’nden geçerek Saint Michel Meydanı’na ulaşıyoruz. 68 öğrenci protestolarının başladığı alanda barış içinde müzik yapıldığını görmek bize iyi geliyor.
Zamanımızı bu meydanda geçiyor, meydanda müzik yapan grubu izliyor, bir cafede oturup gelen geçeni izliyor, sonra yine metro ile otelimize dönüyoruz.
Üçüncü günümüz yine metro yolculuğu ile başlıyor. İstikamet Cumhurbaşkanlığı / Élysée Sarayı. Cadde başındaki güvenlik görevlisi grubun tümünün birlikte yürümesini istemiyor, ancak üçerli beşerli gruplar halinde bölünürsek izin veriyor.
Önce bölünüyor, sonra yine bir araya geliyoruz ve yolumuza Faubourg Saint-Honoré Caddesi’nde devam ediyoruz. Yürüyüş esnasında Fransız şansonları dinletiyor bize rehberimiz. Sağlı sollu şık mağazalarla dolu caddeyi geçip de bir köşeyi dönünce karşımıza Vendom Meydanı çıkıyor. Bir gün önce araçla geçerken el sallayıp selamladığımız meydan çepeçevre mağazalarla sarılmış. Adını Hôtel de Vendôme’den alan meydanda Ritz Oteli de görüyoruz. Lady Diana ve Dodi El Fayed hatırlatması yapalım Ritz Otel için.
Meydanın ortasında ise “Colonne Vendôme – Vendôme Sütunu” var. 44,3 metre yüksekliğinde bronz kaplamalı görkemli bir anıt var. Anıt İtalya’daki “Trajan Sütunu”ndan esinlenerek hazırlanıp, 1819’da Napoléon’un Austerlitz Savaşı’ndaki zaferi anısına dikilmiş. (Anıtın tam tepesinde Sezarımsı bir Napolyon var) Anıt İkinci Paris komünü döneminde yıkılmış, daha sonra yeniden dikilmiş.
Louvre Müzesi’nin duvarlarına paralel giden cadde ve sokaklarda gezerek, daha sonra Louvre Müzesi Meydanı’na giderek akşam saatlerine ulaşıyor ve otelimize dönüyoruz. Hava hafiften çisiyor. Zaman zaman yağış biraz daha artıyor.
Hava yağışlı olsa da bu akşam üzeri bizi bekleyen güzel bir gezinti var.
Seine nehri üzerinde tekne gezisi yapacak ve akşam yemeğimizi teknede yiyeceğiz. Oradan da Champs Élysées’de bulunan Lido’ya geçeceğiz.
Tekne gezisi yağmurda daha da güzelleşiyor. Biz nehir olup Paris’in içinden akar ve köprülerin altından geçiyor iken Paris’e dair pek çok görüntü de bize eşlik ediyor.
Ve biz burada kendimizi daha bir Parisien hissediyoruz. Hissetmekle kalmayıp Parisenliğimizi belgeliyoruz.
Kendilerine çok teşekkür ediyorum.
“Özge Ersu ile Paris Mon Amour” gezisinin fotoğraflarından oluşturduğum albümü görmek isterseniz tıklayınız: