Türk Milletine Açık Mektup

Aydın Ömeroğlu Köşe Yazısı

19 Mayıs 2017 tarihinde, Edirne’de, Edirne Erkek Sanat Enstitüsünün 140. kuruluş yıldönümü vesilesiyle elli yıl önce mezun olmuş arkadaşlarla buluştuk. Çoğumuz leyli öğrenciydik ve hepimiz fakir aile çocuklarıydık. Türk Devleti Türk milletinden toplanan vergilerle bizi altı yıl boyunca yedirdi, içirdi, giydirdi, okuttu. Elli yıl sonraki buluşmamızda geçmişi yad ettik, Türk milletine en içten minnet duygularımızı dile getirdik. Türk Devleti bize leyli öğrencilik olanağı sağlamasaydı, büyük bir olasılıkla, belki de çoğumuz okuyamayacak, bugünkü konumda olmayacaktık. İşte, Türkiye gerçeğine süregelen duyarlılığımın asıl nedeni bu minnet duygusudur.
Bu açık mektubumun konusu Türkiye’de yapılacak başkanlık seçimleriyle ilgili. Bir iktisatçı gözüyle, başkanlık seçiminde Türk milletinin önünde oylayacağı iki seçenek bulunduğunu düşünüyorum. Fakirlik veya zenginlik.
Tarih, bireylerin ve milletlerin bugünü ve geleceği için ders alacağı deneyimlerin hazinesidir. Bu hazinenin kıymetini bilenler, aklın ve bilimin yol gösterici bilinciyle hareket ederler.
Emperyalizme karşı dünyada ilk silahlı kurtuluş savaşının askerî zaferinden sonra İzmir’de İktisat Kongresi toplandı. Açış konuşmasında Gazi Mustafa Kemal Paşa, “…zamanımız tamamen bir iktisat devresinden başka bir şey değildir.” uyarısında bulundu. Bu uyarı, barış koşullarında ekonomi alanında yürütülecek çalışmaların ne denli yaşamsal öneme sahip olduğu gerçeğinin vurgulanmasıydı. Savaşların neden olduğu maddi ve manevi yıkımların aşılması ve sorunların halledilmesi için özel ve devlet sektöründen meydana gelen devletçi karma-ekonomi modeli benimsendi. Bu model, sanayi devrimini gerçekleştirmiş emperyalist ülkelerin özel ve devlet tekellerine dayanan ekonomilerinin temelidir. Bu temel, özel sektör lehine farklılıklar gösterse de, özünde, korunarak geliştirilmektedir. Emperyalizmin dayandığı devletçi karma-ekonomi modeli asıl konumuz olmadığından, sözü edilen modelin tarihçesine girmeye gerek görmüyorum.
Bu noktada karşımıza şu soru çıkıyor: Devletçi karma-ekonomi Atatürk’ün ölümünden sonra neden giderek daha büyük başarılarla devam ettirilemedi?
Bu soruyu şöyle bir soru sorarak daha anlaşılır hale getirelim: Emperyalist ülkelerin devletçi karma-ekonomisi ile Türkiye’de uygulanmaya başlanan devletçi karma-ekonomi arasında ne gibi bir niteliksel fark vardı?
Niteliksel fark halkçılıktı.
Halkçılık, Türk Devrimi’nin askerî evresinde olduğu gibi barış koşullarında devam ettirildiği sürecin de ana mayasıdır. Atatürk dönemindeki devletçi karma-ekonomi uygulamalarının başarısının anahtarı halkçılıktı. Halkçılık, Devrimin ruhu ve kalbidir. Atatürk’ün ölümünden sonra adım adım halkçılık politikasından uzaklaşıldığı içindir ki, “Altı Ok” ruhsuz ve kalpsiz bir şekil olarak kalmıştır. Bunun içindir ki Mustafa Kemal’in İktisat Kongresi’nde dile getirdiği Yeni Türkiye’de, “…bütün … sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır ve hayatın gerçek lezzetini tadabilmelidir ki, çalışmak için kudret ve kuvvet bulabilsinler” dileği ölümünden sonra gözardı edildi. Devletin malı deniz, yemeyen keriz. Bu zihniyet devletçi karma-ekonomiyi emperyalizmin kıskacında hukuku içselleştiremeyen kapitalist ekonomiye dönüştürdü. Millet zengin ve fakir diye bölündü. Aradaki fark gittikçe büyüdü. Büyümeye de devam ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin partili Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Sivas Kongresi’nin yıl dönümü için yayımladığı mesajında sözünü ettiği, “…günümüzde de milletimize, bayrağımıza, vatanımıza ve devletimize yönelen tehditler…”, sözünü ettiğim dönüşüm sürecinin kaçınılmaz acı sonuçlarıdır.
Türk Devrimi’nin olmazsa olmaz ana mayası olan halkçılığı bir kenara ittikten sonra varılan durum ortada. “Altı Ok”tan halkçılığı çıkaran zihniyetin geldiği tablo göz önünde apaçık duruyorken, halkçılıktan yoksun dört parmaklı “Rabia” necip Türk milletine lafın ötesinde neyi vaat edebilir ki?…
Bunca yıllık AK Parti iktidarı, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı Sayın Ergün Atalay’ı, “Biz, her gün 3 sendika genel başkanı ağlayacak mıyız?” diye yakınmak zorunda bırakmışsa, dört parmaklı “Rabia” Türkiye’nin mağdur emekçi halkının umudu olabilir mi?…
Halkçılığı unutmuş CHP hangi adaletten bahsediyor?. Bizzat kendisi “Altı Ok”un halkçılık ilkesine karşı adaletsizlik, haksızlık yapmış olmuyor mu?
Laik zenginler ve fakirler var. Müslüman zenginler ve fakirler var. Herkes yurttaş. Biz de Batı Trakya’da soydaşız. Özünde insanız. Öyleyse, bu zenginlik-fakirlik bölünmüşlüğü niye? Niyenin cevabı, emperyalizmin kıskacındaki hukuku içselleştiremeyen kapitalist ekonomi.
Yeryüzünde kimse fakirliğin iyi bir şey olduğunu söylemez. Ama herkes zengin olmak ister. Bu, insan olan insanın en temel hakkıdır.
Peki, herkes nasıl zengin olabilir? Bu soru, herkes eşit zengin olsun diye algılanmasın! Bu mümkün değil. Fakirlikte değil, zenginlikte birleşelim! Bu nasıl bir ekonomi modelinde mümkün olabilir?
Bu, halkçı karma-ekonomi modelinde mümkün olabilir. Şöyle: Üretim araçları zenginliğin kaynağıdır. Etrafınızdaki zenginlere bakın, bir şekilde üretim araçları üzerinde mülkiyet sahibidirler. Kapitalist ekonomi zenginliği sadece bu sınıfa hak görüyor. Sistem bu hak üzerine kurulmuş. Bu sistemde emekçilerin emeğini satarak fakirlik koşullarında yaşamanın dışında şansları yok. Fakat özel ve kamu sektöründen oluşan, özel ve kamusal girişimciliğe dayanan halkçı karma-ekonomi modeli, çalışan emekçi halka da zengin olma hakkı tanıyor. Çünkü, özel sektörde işveren nasıl üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkına sahipse, kamu sektöründe de çalışanların her biri bir işveren gibi üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkına sahip. Sahip oldukları üretim araçları çalışanlara, özel sektörde olduğu gibi, zenginlik kazandırıyor. Özet olarak söylersek, halkçı karma ekonomi modeli çalışan herkesin zengin olduğu modeldir.
Türk milletinin başkanlık seçiminde önünde duran tarihi fırsat ve şans şudur: Milletçe zengin olmak, yurtta ve komşularla barışı sağlamak için halkçı karma-ekonomi modelinde uzlaşmak!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.