Aynalar yalan söyleyebilir
Aynalar yalan söyleyebilir
Bu yazımda sizlere 1980 öncesinin unutulmaya yüz tutmuş sürecini anımsatma gereğini hissettim.
O günlerde kanım kaynayan, durduğu yerde duramayan kendimce sıkı bir solcuydum.
Okulumu Bolu’da okumuştum. Sınıf arkadaşlarım; Çanakkale, Bursa, Aydın, Antalya, Bolu illerindendi. Bizden önceki ve sonraki öğrenciler Türkiye’nin değişik illerinden oluşmaktaydı, üstelik yatılıydık. Okul arkadaşlarım tabiri yerindeyse Ege, Marmara, Akdeniz, Batı Karadeniz, İç Anadolu bölgelerinin karmasıydı. Okulda iki yıl boyunca öğrenci örgütünde görev almıştım. Mesleğime Doğu Anadolu’da başladığımdan arkadaş yelpazem oldukça genişledi.
Sıkı solcu olduğumdan arkadaş çevremde solcuydu. Gençliğimin verdiği enerji ve maddi sıkıntımın olmaması nedeniyle çok geziyordum. Her gittiğim yerde sol görüşlü insanlarla ahbaplık ediyordum. Solcular ile görüşüyordum.
Özetle Türkiye’nin sol görüşte olduğunu zannederek devrimin, ne zaman, nasıl gerçekleşeceğini tartışıyorduk.
Gezdiğim ve yaşadığım yerlere gelen çeşitli fraksiyonların dergileri bir gecede tüketiliyordu. Her gelen sayıda miktar artıyordu. Talepler zor karşılanıyordu.
Fraksiyon tartışmaları ön plana çıkmaya başlamıştı. Devrimi hangi çizginin gerçekleştireceği ana gündem maddesini oluşturuyordu. Herkes devrimin kendileri tarafından yapılacağını hararetle savunuyordu. Gezdiğim yerlerdeki kahve ve lokallerde bizlerden başka kimseler yoktu.
1980’lerin Ağustos ayında bir gece yatarken, sabah radyoyu açtığımda devrim marşları dinleyerek uyanacağımı sanmaya başlamıştım. Kendimce, devrim için tüm koşullar oluşmuştu.
Ayçiçeği taban fiyatları neden geç açıklanıyor diye, bile mitingler düzenliyorduk. Liderden bol bir şey yoktu. Mutluluktan uçuyorduk. Güya Türkiye’nin gündemini çiziyorduk.
Arada sırada karşı gruptaki insanlar ile tartışmalarımız ve kavgalarımız oluyordu. Bunların egemen güçlerce beslendiklerini, devrimin geçiktirilmesi için üzerimize gönderildiğine inanıyorduk.
En son Çan ilçesine gitmiştim. Çanakkale Seramik Fabrikasından bile aramıza katılanlar olmuştu. Bu bizce ne demekti, sarı sendikaların bile adının söylenemediği bir fabrikadan bir yığın insanı aramızda görmeye başlamıştık. Kendimizi fuar aynalarındaki gibi dev görüyorduk.
Aynen toplumu kurtaracaktık. Toplum ile bizde kurtulacaktık, çok daha iyi yaşayacaktık. Her şey tasarladığımız gibi olacaktı.
Derken ne oldu biliyorsunuz. 1980 yılının Eylül ayının 12’si. Düdük çaldı, hakem maçı bitirdi. (Düdüğü de çalan bugünlerde Türkiye’yi eyaletlere bölmeye kalkan Netekim idi.)
Düdükle beraber kendimize geldik. Gittiğimiz lokal ve kahvelerin yanında bizim gibi düşünmeyenlerin gittikleri kahveler varmış. En önemlisi sokaklarda yığınla insan varmış. Biz onların hiç farkında değilmişiz, onları göremiyormuşuz yada görmemezlikten geliyormuşuz. Baktığımız ayna sadece bizi bize gösteriyormuş.
Tıpkı bugünlerde tarikat ve cemaatlerden oluşan AKP iktidarının kendi aynalarında kendilerini dev gördükleri gibi görüyorduk. (Sanırım öyle görmek istediğimizden)
Kıssadan hisse diyorum.
Ders alması gerekenler yok mudur?
Not: Sayın Recep Bey’i Başbakanımız olarak görmekten gocunmadık, rahatsızlık duymadık. Ancak Apo’ya sayın diyeni Cumhurbaşkanımız olarak görmeyi asla ve asla içimize sindiremeyeceğiz.