Yaşamı yavaşlatıyoruz

O pıtrak gibi biten bilmemneşehir reklâmlarından birinde pek sevimli bir slogan var: “Yaşamı yavaşlatıyoruz.”

Eskiler hatırlarlar Neco’nun 1970’lerdeki parçasını; “Ne bu halimiz böyle”.

Türkiye için oldukça erken bir zamanda, tam bir modern kent yaşamı eleştirisidir.

 “Gide gele, ine çıka, koş koş, sağa sola,

Gide gele ine çıka dön dön dur.

Git gel hiç durmadan, yok ki vakit dinlenmeye

Gel git, hiç durmadan, ne bu halimiz böyle.”

Arabanızla ya da otobüsle şehirlerarası yollarda giderken, çoğunlukla kendinizi iyi hissedersiniz.

Sağınızda solunuzda tarlalar, çapa yapan, ürün toplayan insanlar,

Bazen otlayan hayvanlar,

Koruluklar, uzak tepede “orda bir köy var uzakta”yı hatırlatan küçük bir yerleşim,

Bazen bir vadi, uzakta tepelerin sunduğu derinlik hissi, göller, akarsular, köprüler,

Bir vadiden çıkışta, aniden arabaya çarpan sert rüzgâr,

Kuşlar, hatta aracınızın motor kaputuna, ön camına çarpıp, yapışan sinekler bile,

Size sahici anlamda bir yaşamın, kentin dışında bir yerde olduğu hissini verir.

Eğer camınız kapalıysa, Slovaj Zizek’in[1] vurguladığı gibi bu sahici yaşamı, TV izler gibi izlersiniz.

Ama camınızı indirir ve kokuyu, soğuğu ya da sıcağı, sesleri iliklerinizde hissederseniz, yaşam biraz daha sahicileşir.

İsterseniz, aracı yol kenarına çeker; çıkıp derin bir nefes alabilirsiniz.

Hatta bazen bir çeşmede durup, su içer ya da bir meyve bahçesinden göz hakkı alırsınız.

Bursa’ya ya da herhangi bir kente yaklaştığınızın ilk emarelerini görmeye başlayınca, ruhunuzun bir parçası geride tarlada bıraktığınız insanlarda, kuşlarda kalır.

Toprağa, dalındaki domatese değebilmenin büyüsü çeker, insanı.

Yaşamın yavaşlığı, her bir anın doya doya, sindire sindire yaşanabilirliği.

Sonra birden kendini çimdikler;

Doğa ile uğraşmanın güçlükleri ve kentin ‘kolaylıkları’ arasında bir sarkaç olur, sallanır; zihin.

Derken kentin ilk ışıkları ile birlikte, değebilirliğin, hissedebilirliğin büyüsü dağılır.

Emniyette sorgu altındaymış hissi veren aydınlatma lambaları karşılar, insanı, girişte.

Kilometrelerce birbiri ardına uzanan ışıkların rahatsız ediciliğinden kurtulmak mümkün değil gibi gelir.

Her şeyi itiraf etmeye teşne oluverirsiniz.

Trafik lambaları, ilerlemenizi bir yasaklar, bir izin verir.

Bir an önce eve varmaya çalışan, yüzlerce araba, motor gürültüleri, klakson sesleri, polis sirenleri, acı frenler sarıverir, etrafınızı.

Allah vergisi sessizlik biter.

Uyulması gereken saatler, dakikalar; trenler, otobüsler, mesaiye başlama – paydos düdükleri,

Kent, doğayla mücadelenin güçlüklerinden kurtarır sizi; yaşamınızı kolaylaştırır.

Sonra bu kolaylığa alıştırır ve bağımlı kılar.

Yaşam sizin ya da başka herhangi birinin, örneğin vali ya da belediye başkanının ya da bir kurumun / kurumların dahi kontrol etmesi mümkün olamayan bir sarmalın, içine giriverir.

Hızlanırsınız; artık anlarınız doya doya, sindire sindire değil, geçiştire geçiştire yaşanır.

Fast food’laşır; yavanlaşır; yabancılaşırsınız.

Bilmemneşehir reklamının sonunda hayal kırıklığı ile anlarsınız ki, yavaşlatılacak olan yaşam değil; faizlermiş.

Neyse, “güçlük – sahici yaşam” ve “kolaylık – bağımlılık” konularını bir başka yazıya bırakalım.

Biraz, Ferdi Tayfur dinleyesim var, şimdi.

“Hadi gel köyümüze geri dönelim. Fadime’nin düğününde halay çekelim.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.