Gidişat iyiye değil

Tokat’ın Reşadiye İlçesi kırsalında yedi gencecik fidan,
bölücü hainlerce şehit edildi. Kalleşçe, haince ve şerefsizce. Açılımın
gölgesinde.

            Yetkili
ağızlar, katliamın PKK tarafından yapılmadığına ilişkin bazı sayıklamalarda
bulundular. Provokasyondan bahsettiler önceleri. Az sonra PKK çıktı sahneye.
Suratlarına çarparcasına “Bre gafiller, katliamı bizim yaptığımızı bilmeyecek
kadar duyarsız mısınız?” türünden efelenme ile katliamı üstlendiler.

            Bu
üstlenmeden sonra, yetkili ağızlar, basma kalıp sözlerine döndüler. “Dökülen
kan, yerde kalmayacak, milletimizin başı sağolsun” gibi sözlerin yanı sıra,
şehitlerimizin ailelerine övücü sözler. Diğer tarafta ise, koro “Şehitler
ölmez, vatan bölünmez”.

            Ergenekon
konusunda, mangalda kül bırakmayan neo liberal ve dinci basın ise “Sus pus”.
Sadece, yapılanların açılıma karşı provokasyon olduğunu her ne kadar inandırıcı
bulmasalar da, utanarak mırıldanıyorlar. Açılımın içeriğini Türk Milleti
bilmiyor ama, herhalde PKK biliyor ki, sabote ediyor!

            Acının ne
olduğunu tam olarak kavrayabilmiş insanı görmek nerede ise imkansız. Çünkü acı
düştüğü yüreği deler. Öyle tarif marif edilmez. Hani, Nazım Ressam Abidin Dino’ya
sormuş; “Abidin, mutluluğun resmini çizebilir misin?” Abidin nasıl çizsin
mutluluğun resmini. Mutluluk ancak yaşanabilen bir duygudur. İşte,  acıda öyle. Acıyı yaşayanlar bilir. Acı,
Amerika’dan paylaşılmaz. Diplomatik paylaşımlar ise hiçbir işe yaramaz.

            1993
yılının Mayıs ayı sonlarına doğru idi. Denizli Şubemizde teftişteyim. Şube
Müdürümüz Denizli’li idi. Yakın ilçesi Honaz’da kiraz bahçesi var. Bir gün
Honaz’daki bahçeye gittik. Kirazlar henüz ala sulu. Üç beş atıştırdıktan sonra
Denizli’ye dönüyoruz. Honaz Merkez Jandarma Karakolu’nun önünden geçmekte iken,
bir düdük sesi. Durduk, bakındık. Bir er bize doğru işaret ediyor. Döndük,
karakola doğru ilerliyoruz. Meğer, karakol komutanı çay demletmiş ve bizi çaya
davet ediyor.

            Bahçedeki
kameriyenin altına oturduk. Çaylarımızı bekliyoruz. Bu arada, bir er geldi ve
“Komutanım telefondan sizi istiyorlar” dedi. Komutan gitti ve bir süre sonra,
kolu kanadı düşmüş döndü. Erin birine “Çoban Kazım’ı bulun ve karakola getirin”
dedi. Er gitti ve yarım saat sonra, Çoban Kazım ile birlikte karakola geldi.

            Çoban
Kazım, uzun boylu, iri kemerli, geniş omuzlu babayiğit görünümlü vatandaş.
Komutan, usulünce, Çoban Kazım’a oğlunun şehit olduğunu söyledi. İnanın, Çoban
Kazım birkaç dakika içerisinde küçüldü, büzüldü ve adeta eridi. Tek bir kelime
söylemeden, öylece sandalyede oturdu kaldı. Bir şehit babasının acıyı nasıl
absorbe ettiğine bizzat tanık oldum.

            Ağlıyordu
ama, gözyaşları yanaklarına değil, yüreğinin derinliklerine akıyordu.

            Çoban
Kazım’ın oğlu izin dönüşü, Bingöl’deki katliamda otuz üç erle birlikte şehit
olmuş idi. O günden sonra, televizyondaki şehit haberlerini izlerken,
Honaz’daki Çoban Kazım’ın acısı yüreğimi deler, kahrolurum. Anım tazelenir.
1979 yılında Muş Şubemizin teftişi sırasında aynı yollardan birkaç kez geçmiş
idim. Bingöl, Solhan ve Kığı yol ayrımındaki makineli tüfek siperlerini
gördüğümde ürpermiştim.

            Diğer
tarafta ise, otuz bin kişinin katili olarak yargılanmış; önce idama daha
sonrada TCK’daki değişiklik sonucu ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum olmuş
bölücübaşı yerini beğenmiyor. Beş milyon dolar harcanmış ve cezaevi yapılmış.
Ama cezaevi hora geçmiyor. Hani bir söz vardır. “Dilenciye sucuk vermişler,
yamuk diye almamış”.

            Ülkenin
çeşitli yerlerinde cezaevini konu alan terör olayları yaşanmaktadır. Bre
gafiller, dünyanın neresinde, otuz bin kişinin katiline böyle bir cezaevi
imkanı sağlanmaktadır. Guatemana cezaevi dünyanın gözleri önünde.

            Ama
insanları şımartırsanız, neticesi bu olur. Sanıkların, avukatları ile görüşmesi
ancak yargılama süresince mümkündür. Yargılama neticelendiğinde ve hüküm
kesinleştiğinde, hükümlü-avukat görüşmesi de sonlandırılır. Hükümlü, ancak
diğer hükümlüler gibi, birinci derece akrabaları ile, genel görüşme günlerinde
ve genel esaslara uygun olarak yapılabilir.

            Devlet
olarak biz ne yaptık? Yıllardır, Gemlik’ten kaldırılan bir vapur ile her hafta
avukatları İmralı’ya taşıdık. Öcalan’ın avukatlar aracılığı ile talimatlar
vermesine zemin hazırladık.

            Kısacası,
ona ayrıcalıklı davranıldı. Bir kader kurbanı olarak kodesi boylayan bir
garibe, en ağır kurallar uygulandı. Öcalan’a ise resmen olmasa dahi fiilen ayrı
bir statü uygulandı ve halen uygulanmaktadır.

            Sokaktaki
ve dağdaki teröristler, ayrıcalığın daha da belirgin olmasını ve Öcalan’ın
açılım konularında muhatap alınmasını istiyorlar.

            Olacağın
buraya uzanacağını, bizi yönetenler bilmiyorlar mıydı?  

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.