Dünya dönüyor sen ne dersen de

İnsanoğlunun yaşadığı bütün o acılardan sonra nasıl olup da hâlâ hayatta kalabildiğine şaşırır insan.
Nasıl olup da hâlâ acıkabildiğine, susayabildiğine, uyuyabildiğine, yiyebildiğine, içebildiğine, sevişebildiğine, gülebildiğine, eğlenebildiğine inanamaz.
Bütün bunlar acılarının geçtiğine mi dalâlettir acaba? Yoksa gaflete düştüklerine mi?
Büyük felaketlerden sonra sağ kalanlar günlük hayatlarını yaşarkenki hallerinden bile hicap duyarlar aslında.
Hâlâ nefes alıyor olmalarından yüksünürler.
Gülerken bile bir burukluk vardır dudaklarının kıvrımlarında.
Aslında acıları hiç geçmemiştir ki. Unutmamışlardır da hiçbir şeyi.
Sadece kabullenmişlerdir.
Nefes aldıkları sürece de dünyevî olan her şeyi yaşayacaklardır.
Bundan kaçışları yoktur.
İnsan acılarını taze tutarak yaşamanın -yaşamak- olmayacağını bildiğinden olsa gerek, içgüdüsel bir davranışla gerilere bir yerlere iter acılarını.
Zaman zamansa ya bir şarkıda, ya bir anıda ya da okuduğu bir romanın satırlarında canlanıp koşarak gelir bütün o yaşananlar.
Süzülür gözlerden yaşlar, küllendi zannedilen yürek ateşi harlar aniden.
Ah ederek çekilir iç ve çaresizlikle soğumaya bırakılır yanan yürek.
Tıpkı eskisi gibi…
Olması gereken de budur aslında.
Düzen böyledir.
Bazıları gitse de, kalanlar düzeni devam ettireceklerdir.
Caddeler-sokaklar, evler-okullar, çarşılar-pazarlar hiç bir yer boş kalmayacaktır…
Yine evlerden çıkılacak, yine kahveler içilecek, yine kafalar çekilecek, yine sinemalara-alışverişlere gidilecektir.
Yine aşık olunacak, yine evlenilecek, yine dünyaya yeni bebekler gelecektir.
Yine geçim derdine düşülecek, yine faturalar ödenecek, yine yakalar bir araya getirilemeyecektir.
Yine metrolara-otobüslere yetişilecek, yine trafikte çile çekilecek, ağır aksak giden bütün araçlara yine ana avrat küfür edilecektir.
Caddelerde insanlar, yerlerde karıncalar, göklerde kuşlar, denizlerde balıklar olacaktır.
O kuşlar ki bir sene önceki kuşlar değilseler de, gökyüzü hiç boş kalmayacaktır.
O caddelerde telaşeyle koşuşturan insanlar geçen seneki insanlar olmasalar da, caddeler hiç boş kalmayacaktır.
Umutsuz düşüncelerimizi yerle bir eden, hayata tutunabilmek adına ibretlik misaller çıkacaktır bazen karşımıza.
Şehirleşme sevdasıyla her yerini betonla kapladığımız toprağın nasıl olup da hâlâ canlı kaldığının delilleri çarpacaktır gözümüze mesela.
Bütün o beton kaplamaların arasında bulduğu minik bir çatlaktan başını uzatıveren üç yapraklı bir yonca. Ya da bir ayrık otu…
Bir istinat duvarının en olmaz yerinden fışkıran narin bir mor çiçek.
Ya da bir binanın su oluğunun çatıyla birleştiği yerde biriken toprak tortusuna kök salmış, minik yapraklarıyla gökyüzüne uzanmaya çalışan minik bir incir ağacı…
Henüz gözleri dahi açılmamışken annelerini kaybetmiş kedi yavrularının hayata tutunuşları, yemek peşinde koşturmaları ve neşeli oyunları…
Koparılan çiçekler, ezilen çimenler, yakılan ya da yerinden sökülen ağaçlar.
Hayvanların kendi aralarındaki avlanmaları ve birbirlerinin besin zincirine dahil olmaları.
Ve insanoğlu eliyle uğradıkları talan!
Bütün bu yok edişlere karşı dünyanın hâlâ canlılarla dolu olmasının sebebi, doğadaki her canlının hayatta kalma, üreme ve türünü sürdürme güdüsü olsa gerek.
Yoksa bunca kıyım, bunca savaş, bunca felaket, bunca afete rağmen dünya üzerinde gezinen ve hâttâ dünya üzerine sığamayacak kadar çoğalan bunca insan olamazdık.
Ve lâkin insanların ruhlarının bu direnci bedenlerini çok yoruyor.
Yüzlerindeki çizgiler derinleşiyor, gözlerine hüzün yerleşiyor. Yorgun bedenleri, sevdiklerine bir an önce kavuşmak istercesine toprağa doğru biraz daha eğiliyor.
Kavuşma zamanı gelene dek ise yaşanması gereken günler ‘acısıyla-tatlısıyla’ yaşanmaya devam ediyor…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.