Bir küçücük kitapçık, içi dolu..?

Bazen elli sayfadırlar, bazen beş yüz; bazen çantamızdadırlar, bazen başucumuzda…
En sessiz, en şikayetsiz, en vefalı, en dost, en arkadaş hep onlardır. Kendilerine has kokuları, ilk alındıklarındaki dirilikleri, sayfalarını çevirirkenki hışırtıları, okunmuşlukları, dokunulmuşlukları, eskimişlikleri; en çok da ‘son okunan’ sayfaya bırakılmış işaretleriyle bir başkadır kitapların dünyası…
Kitaplıktaki bütün kitaplar içlerindeki her şeyi cömertçe sunabilmek için sıralarını bekler dururlar sessizce. Elimize alıp okumaya başladığımız anda art arda dizilmiş onlarca, yüzlerce, binlerce kelime sayfalardan akmaya başlar. Okundukça canlanan bu kelimeler birleşerek cümlelerden oluşan bir köprüye dönüşür, o köprüden geçip de bize gelen her ne varsa içimizde hayat bulur, canlanır ve bizimle yaşamaya başlar.
O günkü okumamızı bitirip de kitabı kapattığımız anda, bir dahaki açılışa kadar her şey orada donar kalır. Okunan her ne varsa okuyucusunun geri dönüşünü sükût içinde bekler…
****
Okumaya ilk ne zaman başladığımı tam hatırlamıyorum. Henüz okula gitmiyordum. Hece bilmiyordum. Harfleri birleştirerek kelimelere dönüştürüyordum. Kelimeleri de cümlelere…
Madem ki okumayı-yazmayı ve hesap yapmayı biliyordum, o zaman birinci sınıfı okumama da gerek yoktu ve okul hayatına ikinci sınıftan başladım.
Okuldaki ders kitaplarını okumak her zaman çok hoş olmasa da hikâye kitaplarını, gazeteleri ve dergileri okumak oldukça keyifliydi.
Doğan Kardeş, Ayşegül serisi, dünya klasiklerinin basitleştirilmişleri, hediye gelen kitaplar ve en çok da babamın okumuş ve saklamış olduğu kitaplar…
O zamanlar benim için oldukça ağır olan bu kitapları okumaya çalışan ve okuyan da, ben…
Okuduğu her kitapla bir başka boyuta geçip kendi kurguladığı filmin içine giren, ben…
Hâttâ çok zaman okuduğu kitabın filmini izlediğinde çekilmiş olan o filmindense kendi yarattığı filmleri daha çok beğenen, yine ben…
Etraftaki kitapları okuyup tükettikçe çareyi kütüphanede arar, oradan kitaplar alırdım. Çabuk okunabilecek olanları kütüphanede okur bitirir, daha uzunca olanları da eve getirirdim…
Büyüdükçe okuduğum kitaplar da farklılaşmaya başladı.
Bir gün içinde soluksuz okuduklarım da oldu. Okudukça uzayan, uzadıkça tavsayan, herşeye rağmen yine de bitirilenler de…
Daha sonra araya Cep Fotoromanları girdi. Tommiks, Teksas, Zagor, Mandrake, Mr.No, Tenten ve buna benzer bir çok kitap keşfedildi. Elbette ki bunlar aileler tarafından çocukların okumasının tasvip edilmediği çizgi romanlardı.
Bunun da yolu bulundu ve ders kitaplarının arasına konularak hepsi bir güzel okundu…
Okumayı bu kadar sevmemin ve hayaller kurabilmenin başlangıcının, annemin her gece yatmadan önce bıkmadan usanmadan anlattığı masallar olduğunu düşünürüm hep. Ne kadar yorgun olursa olsun, arada bir uykuya dalarak da olsa her gece hiç olmazsa bir Keloğlan masalı anlatırdı. Karanlıkta anlatılan o masallarda Keloğlan gözümde canlanır ve saflıklarıyla beni güldürürdü…
Hele de büyük eniştemin günler süren masallarını hiç unutamam. Masalın en heyecanlı yerinde anlatmayı keser ve ertesi günkü buluşmaya kadar bizi merak ve sabırsızlık dolu saatlerle baş başa bırakırdı. Bir nevi “Arkası Yarın” misali, masalın devamın dinlemek için ertesi güne kadar heyecanla bekleşirdik…
Babamın anlattığı masallarsa çok daha heyecanlı hikâyelerdi. Titanik’i anlatırdı mesela. Gözümün önüne batmak üzere olan koskocaman bir gemi gelir, can havliyle suya atlayan insanların canhıraş feryatlarını duyardım…
Bazen Pompei’yi anlatırdı. Gökten yağan ateş toplarını ve insanların lâvların arasında kalarak taşlaşmalarını görürdüm…
Heyecandan nefesimi tutarak dinlerdim hepsini…
Okumayı öğrendikten sonra babamın anlattığı hikâyelerin aslında gerçek olaylar olduğunu anladım. Eski dergilerde bu trajedilerin canlandırıldığı resimler gördüm. O resimler de en az benim hayallerimdekiler kadar ürkütücüydüler.
****
Artık o eski okumaların unutulduğu, “yazanı çok-okuyanı yok” zamanlardayız ne yazık ki. Olanın bitenin an be an ekranlardan, monitörlerden, telefonlardan izlendiği bir dünyadayız…
Filmlerde ya da dizilerde başkalarının kurduğu hayalleri izliyoruz beynimizi hiç zorlamadan, kendimizden bir şey katmadan, oturduğumuz yerde hiç yorulmadan.
Üstelik birisinin kurduğu hayali beğenmezsek uzaktan kumanda marifetiyle diğer bir hayale bir tuşla geçiveriyoruz…
Bir de çocukların okumadığından yakınıyoruz sürekli…
Biz de artık eskisi kadar okumuyoruz aslında. Günlük hayat meşgaleleri ve kalan zamanlarda da izlenen televizyon programları uzun ve dingin okuma saatlerimizi de aldı götürdü.
Bu karmaşa ve koşuşturma içinde geceden geceye de olsa, yarım saat dahi olsa okunan kitaplar okumanın hazzını tatmış insanlara derin bir soluk alış misali can veriyor…
Her şeye rağmen onlar “OKUMAK”tan asla vazgeçmiyor…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.