Yağmur yağdı kaç, kaç kaç!

Kaç kaç kaç,
İster şemsiyeni aç da kaç, ister yağmurun küçük ellerine teslim ol da kaç.
İster yüzerek kaç, ister dalarak kaç. İster tekne ile, ister sal ile, ister yat ile, ister bot ile, ister selde yüzen bir tahta parçası ile, ister fotoğraftaki gibi arabanın seni götürdüğü yere giderek kaç.
Nasıl kaçarsan kaç ama daha geç olmadan bir an önce kaç.

Tepeden bakıldığında yeşili yok grisi çok bir çakıl taşı tarlasında yaşıyorsun zaten.
Nefes alamıyorsun, toprağa basamıyorsun, gökyüzünü göremiyorsun, denize sahili olan şehirinde denize giremiyorsun, hâttâ denizine bile ulaşamıyorsun.
O zaman da deniz sana böyle giriveriyor işte…

Sen İstanbul’un sadece çilesini çekiyorsun.
Karmaşasını, keşmekeşini, rezilliğini yaşıyorsun.
Bu rezilliği yaşamak için “it” gibi çalışıyor, gün yüzü görmüyorsun.
İstanbul’u gerçek bir İstanbullu gibi yaşayanlara bakıp bakıp iç geçiriyor, sonra da mangalı kapıp Bakırköy sahillerine koşuyor ve tüm İstanbul’u “duman altı” yapıyorsun.
Denizde yüzenlere özenip denize bir hamle ediyorsun, denizde “çimecem” derken, Şile sahillerinde mesela, boğulup gidiyorsun.

Köyünden ayrıldığından beri köylü değil şehirlisin kim sorarsa.
Lakin şehirde de şehirli değil köylüsün hâlâ.
Artık köyünde yaşayamıyorsun ancak şehre de uyamıyorsun.
Arafta kalmışsın ve debelenip duruyorsun.

Biliyorum; taşı toprağı altın diyerek şehri sana pazarlayanlar seni hep o taşın toprağın arasında yaşattılar, altınları ise hep kendileri kaptılar.
Hayatta kalmak için “kurnaz” olmayı öğrendin sen de.
Bulduğun yeri kapattın, üzerine bir çatı konduruverdin, beş-on yıl sonra konduruverdiğin çatıyı “apartuman”a çeviriverdin, kiraları beş beş toplayıverdin.
Apartuman devri bitince dönüşüme girdin, şimdi de rezidans ağası oluverdin.
De bakem, köyünün yeşilini hiç mi özlemedin de önüne çıkan her yeşili acımasızca budayıverdin?

Bir bildiği vardı oysa o yeşilin, o toprağın, o çiçeğin, o böceğin.
İklimi düzenlerdi, insanı düzenlerdi, hayvanı düzenlerdi, bitkiyi düzenlerdi. Kısacası hayatı düzenlerdi.

Şehre uyacağım derken unutmasaydın o hayatı eğer, bugün sokaklarında rafting yapılabilecek azgınlıkta dereler akmazdı koskoca İstanbol şehrinin.
Boyu bir buçuk metreden kısalar sokağa çıkmasın diye uyarı yapılmazdı.
Olur da gemiler yolunu şaşırıp Sultanbeyli’den çıkar diye İstanbul Boğazı gemi geçişine kapatılmazdı.
Otobüs durakları vapur iskelelerine dönmez, otobüsler denizaltılara benzemezdi.
Metro istasyonlarının merdivenlerinden şelâleler akmaz, kimse yerin yedi kat dibinde boğulacağım diye üç buçuk atmazdı.
Taşkın akan sular sebebiyle balçığa gark olan evlerini nasıl temizleyeceklerini kara kara düşünmezdi insanlar.
Vatandaşın hasarı neyse öderiz demiş gerçi belediye, “Parasıyla değil mi!” demiş sanki.
İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a göre fazla bir hasar da yok zaten.
“Şehrin üst tarafını güzelleştireceğim diye alt tarafını unutmuşsunuz mirim” desek, zinhar kabul etmezler…

O yüzden kaç arkadaş kaç, ardına bile bakmadan kaç hem de.
Git kendini doğanın kollarına bırak. Sakin yaşa, acele etme.
Ancaaak, sakın ola ki gittiğin yeri geldiğin yere benzetme…

Kapak fotoğrafı internetten alıntıdır ve bir “vatandaş gazeteciliği” örneğidir.

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.