Savaş havai fişek gösterisi değil ki!

1980'li yılların sonu sanırım. Üniversiteyi bitirmek için son sınıflarda "tırmalıyoruz"…

Bugünlerde çok övgüyle anılan Özallı yıllar. Bizler kantinlerde, öğrenci evlerimizde içtiğimiz çayların deminde bir yandan ders çalışıyoruz diğer yandan Özal’ın sergilediği baskıcı yöntemlerin “sivil diktatörlük” olup olmadığını tartışıyoruz.

Görüşler muhtelif. Kimimiz “seçimle ve sandıkla” gelen yönetimlerin başına sivil eki konmuş olsa bile diktatörlük olarak tarif edilemeyeceğini, kimimiz gerek işçi hareketlerine gerekse de gençlik hareketlerine karşı polisiye tedbirlere “yüklenen” yönetme tarzının klasik anlamda olmasa bile sivil bir diktatörlük olarak tanımlanacağını savunuyoruz.

Okul dışında buluşma mekanlarımız öğrenci evleri. Toplanıyoruz, bağlama-gitar, türkü-şiir, kitap tartışma ve illaki çaylar eşliğinde “memleketi kurtardığımız” yıllar yani… hem de, kızlı-erkekli!!!

Biz okulu bitirme, halkın doktoru olma sevdasıyla yanıp tutuşurken, Özal düzenin yeni çerçevesini çizerken, Demirel ve İnönülü SHP ona muhalefet ederken, Irak bir gece Kuveyt’i işgal ediverdi. Kuveyt’te malum petrol yatakları zengin ve Saddam’a Irak’taki petrol yatakları yetmemiş.

Neyse mevzuyu ve tarihi uzatmayalım, dünyada bir anda savaş rüzgarları esmeye başladı. Saddam’ın başında bulunduğu Irak uyarıldı. Kuveyt’ten çekilmesi ve işgali sona erdirilmesi istendi. İsteyenlerin başını Baba Bush’un bulunduğu ABD çekti. Onun yanında Fransa, Birleşik Krallık, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır’ın da bulunduğu 28 ülke daha yer aldı.

Türkiye geri kalır mı, bu müdahale ekibindeki yerini aldı. Özal “bir koyacağız, üç alacağız” diyerek toplumu savaşa hazırlamaya girişti. Özal’ın tabanı bu savaşma hevesine ses çıkarmazken toplumda önemli ölçüde savaş karşıtı bir muhalefet damarı da oluştu bu ara.

Savaş ortamının yarattığı klasiklerden birisi daha yaşanmaya başlandı ve Özal’ın baskıcı yüzü iyice belirginleşti. Memleketin neresinde “savaşa hayır” diyen yurttaş varsa dövülmeye, gözaltına alınmaya ve tutuklanmaya başladı. Baskılar arttı.

Son haberler bir lise öğrencisinin “savaşa hayır” afişi astığı için tutuklandığını geçmeye başladı. Memlekette hava karardı. Baskı, şiddet öne çıktı. Bir yandan da savaş karşıtı olanların gösterileri ve muhalefeti yükseldi. Özal iyice sinirlendi, baskıları daha da arttırdı. Polis devleti günleri başladı.

Kantinlerde, öğrenci evlerimizde ders çalışmaların yerini savaşın ve ülkemizin savaşa girmesinin yaratacağı endişeler kaplamaya başladı.

Nedense kimse Özal’ın “bir koyup, üç-beş alma” fikrine sıcak yaklaşmadı.

Malum o zamanlar bilgisayar yok, internet yok, e-posta yok, facebook yok, twiteer yok. Oturup klavyenin başına, birbirimize ve halkımıza “savaşa hayır” mesajları atarak duyarlılık yaratamadığımız! günler.

Toplanmışız bizim evde, çaylar demlenmiş, -maalesef- sigaralar yakılmış, çaylar doldurulmuş, savaşı konuşuyoruz.

Ne yapabiliriz? Ne yapmalıyız? Nasıl yapmalıyız?

Saatler süren tartışmamızdan sonra nihayet eylem planımız çıkıyor.

Bir sabah bütün kent uyandığında, herkes okula, işe giderken kentin en önemli noktalarında kocaman “savaşa hayır” afişlerini görecek ve savaş karşıtı duyarlılık daha da artacak!

Hedefimiz bu. Kararı alıyoruz. Eyleme geçiyoruz.

Ortam gergin. Polis göz açtırmıyor. Planlar titizlikle yapılıyor. Çok etkili ve tehlikesiz bir eylemi başarmalıyız. Afişlerin asılacağı merkezi yerleri tespit ediyoruz.

Bildik kartonlara “savaşa hayır” yazıp, bantla yapıştırırsak hemen çıkarılabilir. Bu nedenle arkası yapışkanlı büyük boy duvar afişlerini arayıp buluyor ve satın alıyoruz.

Tam yirmi tane. Bir öğrenci evinde yazısı güzel üç arkadaşımız kocaman “savaşa hayır” yazıyor bu afişlerin ön yüzüne.

Yirmi afiş yapışacak. Kırk kişilik bir ekip oluyoruz. Ekipler, birisi kız diğeri erkek olmak üzere yirmi gruba bölünüyor.

Ekipler afişi yapıştıracağı yerlere göre görev dağılımı yapıyor.

Bir sabah çok erken saatlerde yirmi ekip kentin sokaklarına dağılıyor ve “SAVAŞA HAYIR” afişlerini yapıştırıyor. Görev tamam.

Sabah erken işe, okula giden kent ahalisi afişleri görünce ne düşünüyor bilmiyoruz. Ancak ekiplerin ondokuzu dönüyor biri dönmüyor. Ekibimizin birisini devriye gezen polisler yakalıyor.

Üç gün gözaltı, dayak faslından sonra tutuklanıyor. Polis diğer afişçi öğrencileri aramaya başlıyor.

Arananlar, polisin bilmediğini tahmin ettiğimiz bir öğrenci evinde saklanmaya başlıyoruz, yakalanmamak için. Daha doğrusu sırf savaşa hayır dedik diye bir araba dayak yememek için…

Arkadaşlarımız bize bakıyor. Takip edilmediklerinden emin olarak, etraflarını kollayarak bize yiyecek, kitap ve haber taşıyorlar.Biz evden hiç çıkmadan, biraz da yakalanma-dayak korkusuyla bekliyoruz, laflıyoruz, konuşuyoruz, tartışıyoruz ve nihayetinde okuyoruz bol bol.

Bir gece erken yatıyorum evin bir odasında. Gece-gündüz karışmış günler. Saklandığımız evde on beş-on altı kişi varız. Nöbetleşe uyuyoruz.

Bir arkadaşımızın uyarısı ile uyandım.

“Kalk kalk başladı” diyor. 

Uyku hali ile soruyorum “ne başladı?”. “Savaş başladı,savaş” diyor.

Herkes salona toplanmış. TV’nin başında. Müdahale başlamış. Bağdat’a füzeler ve bombalar yağdırılıyor.

Gece saldırısı ve Bağdat’ın üzerinde gecenin karanlığını yırtarak düşen füzeler ve bombalar canlı yayınla tüm dünyaya duyuruluyor.

Salonda hepimiz ekrana kitlenmiş ve büyük bir endişe ile patlayan bombaları izliyoruz.

Dünya Medya’sı o yıllarda bu kadar yaygın değil. Ülkemizde iki tane TV kanalı var.

Müdahaleyi CNN International'dan canlı olarak aktarıyorlar. Yayının çevirisi yapılıyor dilimize.

Hiç unutamıyorum, müdahalenin bir yerinde CNN muhabiri şöyle diyor. “Bağdat’ın üzeri havai fişek gösterisi gibi ışıldıyor, ateş böcekleri gibiler”.

Gerçekten atılanların bomba ve o bombaların altında ölenlerin insan olduğunu bilmesek görüntüler bir havai fişek gösterisini andırıyor.

Bir arkadaşımız bu laf karşısında kendini tutamıyor ve bağırıyor: Şerefsiz.

Kız arkadaşlar kızıyor ve müdahale ediyor: Aaaa ayıp ama. Küfür etme.

Irak üç ay sonra teslim oluyor ve Kuveyt’ten çekiliyor.

O evde saklandığımız arkadaşlar şimdi memleketin değişik yörelerinde doktor, mühendis, işletmeci, yönetici olarak çalışıyor. Baba Bush’un yapamadığını oğlu yaptı, Saddam öldü.

Özal da bir koyup üç alamadan öldü rahmetli. Baba Bush bunadı, Mandela ölmediği halde başsağlığı mesajları yayınlar hale geldi. Kaddafi öldürüldü. Suriye o günlerde Irak’a müdahale eden 28’li bloğun içindeydi. Bugün aynı durum kendi başında. Mısır’ın durumu ortada. Suudiler aynı havada. Fransa-Birleşik Krallık aynı tavada. Kuveyt ne durumda bilmiyorum.

ABD yine Ortadoğu’da petrol yatakları peşinde…Özal yok ama Tayyip Erdoğan bilemiyorum artık “kaç koyup-kaç alma peşinde”.

Sonuçta dünya kimseye kalmıyor ama bir gerçek var ki savaşlarda bombalarla en çok çocuklar ve siviller ölüyor.

Ne acı ki, savaş havai fişek gösterisi gibi olmuyor. Hele yağan bombalar ateş böceklerine hiç benzemiyor.

Bugünlerde ben çocuklarıma savaşın kötü bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Artık duvarlara afiş yapıştırmıyorum, facebook ve twiteer’da savaşa hayır diyerek idare ediyorum!!!

Yine ne acı dünya kimseye kalmıyor ama savaşta en çok çocuklar ve siviller ölüyor.

Savaş hiçbir zaman havai fişek gösterisi olmuyor. Ayrıca biliyorum ki bombalara “havai fişek gösterisi gibi” diyen CNN spikeri de şerefsizin teki ve ben “savaş ve sağlık” başlığında bir yazı yazmak için oturduğum bu saatlerde bunları hatırlıyorum.

Sağa sola birkaç “savaşa hayır” maili atarak uyumayı planlıyorum. Aklımı savaşta ölen çocuklardan kurtarabilirsem eğer….

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.